Ferhat Çelik/İstanbul-MA
Türkiye derin bir ekonomik kriz yaşarken, hükümetin politikaları bu krizin daha da derinleşmesini sağlıyor. Aynı kriz siyasette de var. 31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinden sonra ağır bir yenilgi alan AKP, bu yenilgisini HDP’ye yönelik saldırgan bir politika ile örtmeye çalışıyor. Bu amaçla HDP’li belediyelere kayyum atıyor. Çocuklarının dağa kaçırıldığını öne süren aileleri HDP’nin önünde oturtarak algı yaratmaya çalışıyor. Ancak tüm bunlara rağmen ne ekonomik krizi ne de son seçimlerde aldığı ağır yenilgiyi gözden kaçıramıyor. Üstelik son dönemde iktidar partisi bölünmeye de başladı. Tüm bunları Anavatan Partisi eski Genel Başkanı ve ekonomist Dr. Nesrin Nas, Mezopotamya Ajansı’na (MA) değerlendirdi.
AKP’nin son zamanlarda izlediği politikaları nasıl okuyorsunuz?
Bugün artık AKP politikalarından bahsetmek mümkün değil. Karşımızda, kurumsal yapısını bütünüyle kaybetmiş, bir siyasi parti olmaktan uzak, Erdoğan’ın özel iletişim örgütüne dönüşmüş bir yapı var. Bu nedenle AKP’nin politikaları yerine Erdoğan’ın politikaları demek daha doğru. Erdoğan ise kendini iktidar olma önceliğine hapsetmiş durumda. Bu nedenle üzerinde düşünülmüş, tartışılmış, stratejisi oluşturulmuş bir politikası yok. Kendisini iktidarda tutacak her şeyi, her aracı sahaya sürüyor. Bu arada kendi siyasi krizini Türkiye’nin krizine dönüştürerek hem zamanı kendi lehine kullanıyor hem de muhalefeti hareketsizleştiriyor. Kuşkusuz, iktidarda olmanın sağladığı olağanüstü avantajlar ve medyanın yüzde 99’unu kontrol etmesi Erdoğan’a çok geniş bir oyun alanı sağlıyor. Muhalefetin 23 Haziran sonrasında da kendi köşesine çekilmesi ve hareketsizliği de Erdoğan’a gündem yaratma imkanı veriyor. Ancak, topluma söyleyecek yeni bir sözü yok. Bugüne kadar her krizi bir başka krizle gözlerden saklayarak zamana oynamayı büyük bir politik planın parçası olarak kabul ettirme şansı da kalmadı. 31 Mart ve 23 Haziran seçimleri Erdoğan’ın politik bir dahi olmadığını gösterdi ve en önemlisi yenilmezlik unvanını elinden aldı. Muhalefetin ortak bir zeminde buluşması ile Erdoğan’ın uzun vadeli değil, kısa vadeli hatta anlık taktik adımlarla yol almaya çalıştığını ortaya koydu. Bugüne baktığımızda ise savaş, kutuplaşma, ödül ve ceza araçlarını kullanma dışında bir politikası yok. Bugüne kadar yaptıklarının şiddetini artırarak yapmaya devam edecek gibi görünüyor.
Sizin de ifade ettiğiniz gibi AKP iktidarı birçok alanda kriz içerisinde. Krizlerin başında gelen ekonomik krize dair kimi kalkınma programları uygulanmasına rağmen derinleşerek büyüyor. Var olan durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu kriz sadece bir ekonomik kriz değildir. Sosyal, siyasal nedenleri ve sonuçları olacak çok derin bir yapısal krizdir. Çözümü de kolay ve acısız olmayacak maalesef. Bu krizin bir bütün olarak ele alınması gerekiyor. 2001 krizinden çok farklı çünkü. 2001 krizi bir kalp kriziyse bu ölümcül evredeki kanser hastalığı gibi. Sadece tıkalı damarların açılması yetmez. Ülke A’dan Z’ye yeniden yapılandırılmak zorunda.
Peki var olan ekonomik krize savaş politikalarının etkisi ne düzeydedir?
Tabii ki savaşın kriz üzerinde hem doğrudan hem dolaylı etkileri var. Öncelikle bütçe imkanlarını zorluyor. Kaynak dağılımını bozuyor. Ama bundan daha önemlisi toplumda yarattığı güvensizliktir. Yarını öngöremeyen bir toplumda ne yatırım ne tüketim olur. Hatta eğitimi de olumsuz etkiler. Sosyal sermaye yok olur. Ayrıca ülkenin dış politikasındaki tutarsızlık ve dengesizlik ülkenin tüm ticaret ve finansman kanallarını kapatır. Hem iç hem dış mültecilik akını sosyal dengeleri sarsar, toplumsal huzursuzluğu artırır.
Savaşın kendi ekonomisi ve ticareti vardır ve maalesef bu, çoğu kez yüz kızartıcıdır. Fahiş fiyatlardan, insan ticaretine ve hayatta kalmanın tüm ahlaki değerleri aşındırmasına kadar yıkıcı, yakıcı sonuçlar üretir. Hele savaş, savunma amaçlı değil yayılmacı bir anlayışla kurgulanıyor ve iç politikadaki krizlerin örtüsü olarak kullanılıyorsa, toplumu paramparça eder. En ağır maliyet budur. Çünkü geride büyük bir ahlaki çöküntü ve sorumluluğu gelecek nesillere de aktaran bir utanç bırakır. Bakın Almanlar bugün dahi vatanseverim demekten utanırlar.
Peki bu krizden çıkış mümkün müdür?
Tabii ki bu krizden çıkış mümkündür. Toplumun tüm kesimlerinin eşit olduğu kurumsal yapının inşası için birbirimizi ikna etmeyi başarır, ortak aklı egemen kılarsak yeniden barış içinde herkesin eşit vatandaş olduğu, adil, demokratik bir hukuk devletini yeniden kurabiliriz. Ancak demokratik bir devlet, kaynağını sadece güvenlik ve korkudan kurtulma güdülerinden almaz. Demokrasiyi sürekli riski göze alarak özgürlük yolunda gösterilen çabayla, daima daha iyisine ulaşmak için yeniden tesis etmek zorundayız. Bugün düne göre daha avantajlıyız. Sık sık yapılan seçimlerde demokrasi, özgürlükler, adalet gibi temel önceliklerde farklılıklarımızı aşarak bir arada durmayı öğrendik. Sıra şimdi bunu yeni bir demokrasi inşasına dönüştürebilmekte. Gerçek çoğulcu bir demokrasiyi kurmak aynı zamanda Kürt sorununu eşit vatandaşlık temelinde çözmek demektir. Bu konudaki gecikme çözümü daha da güçleştirmektedir. Özellikle son yıllarda devletin HDP’yi kriminalize etmesi, Kürtlerin kırgınlığını artırmakta, milliyetçi ve dışlayıcı söylem bir bütün olarak toplumsal birliğe zarar vermektedir.
Siyasetin alanını genişletilmeden, özgürleştirmeden, yerel yönetimlerin gücünü artırmadan ve anayasal eşitliğe vurgu yapmadan bu sorunu çözemeyiz. Kalıcı çözüm kurumsal çözümdür. Ve çözüm masasının hiçbir önkoşul ileri sürmeden kurulması şarttır. Bu konuda başta CHP olmak üzere muhalefetin ve sivil toplumun daha çok inisiyatif alması gerekiyor. Bugün sorun dünden daha karmaşıktır, ama bir o kadar da acildir
AKP, 31 Mart seçimlerinin üzerinden 5 ay geçmeden HDP’nin üç büyükşehir belediyesine tekrardan kayyum atadı. AKP’nin bu kayyum politikasını nasıl görüyorsunuz? AKP neden böylesi bir politikaya ihtiyaç duyuyor?
Belediyelere kayyım atanması OHAL döneminde gündemimize girdi. Anayasadaki sınırları aşan bir OHAL uygulaması ile Kürt seçmeninin iradesi yok sayıldı. Bunda HDP’nin seçim başarısını Erdoğan’ın kendisi ve başkanlığının geleceği için bir tehdit olarak görmesinin etkisi büyük. Ancak bu kez Kürtlerin HDP ile CHP’nin merkezinde olduğu siyasi ittifaka destek vermesi, Erdoğan’a ve ortağı Bahçeli’ye büyükşehirleri kaybettirmesi etkili. Aslında Erdoğan, kendisiyle ilgili veto kartının Kürtlerin elinde olduğunu 2015 Haziran seçimlerinden beri biliyor. Bu nedenle bu kartı işlemez hale getirmeye çalışıyor. Şimdi Erdoğan, bir yandan Suriye’de Kürtlerin siyasi bir yapı olarak konsolide olmasını durdurmaya çalışmakta, diğer yandan HDP ve seçmeninin AKP karşıtı rol oynamasını engelleyecek senaryolar üzerinde kafa yormakta. Kayyım atanması da, güvenli bölge ısrarı da bu iki hedefi gerçekleştirmeye yöneliktir.
Bu kez kayyım atamalarına toplumdan beklediği cevabı alamadı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Diyarbakır ziyareti, muhalefetin, Erdoğan’ın hesaplarının farkında olduğunu gösteriyor. Ne var ki, bu adımların toplumda yeterince karşılık bulmaması, Kürtler üzerindeki baskının daha da artması ve sadece HDP’nin değil, tüm Kürtlerin ve Kürtlerle yan yana duran herkesin şeytanlaştırılması gibi bir politikaya evrilebilir. Bunun işaretleri de var. HDP İl Binası önünde oturan anneler eyleminin popüler figürlerle desteklenmesi, çeşitli illerdeki yürüyüşler ve Leyla Güven’in ne söylediği açıkken, konuşmanın içinden birkaç cümlenin çekilerek hakkında fezleke hazırlanması gibi. Yeni bir evreye girdiğimiz açık.
İktidarın batı illerinde de kayyum politikasını devreye koyma ihtimali var mıdır?
Evet atayabilir. İstanbul seçim sonuçlarının sayılmaması ve tekrarlanması her şeyin mümkün olduğunu gösteriyor. İktidar kendini herhangi bir hukukla ya da yasayla bağlı görmüyor. Yarattığı hukuk dışılığı Erdoğan’ın sözlerini kural, kanun, norm haline getirerek dolduruyor.
Peki, Türkiye’de bulunan demokrasi güçlerinin iktidarın bu kayyum politikasına karşı nasıl hareket etmesi gerekir?
23 Haziran’da İstanbul’da İmamoğlu’na oy veren 5 milyona yakın insan bir siyasi ideolojiden hareketle oy vermiş değil. Bir itirazları var. Ama bu itirazları Erdoğan’a ya da AKP’ye değil. İtirazları ülkenin sorunlarının çözülemeyeceğine olan ve mevcut iktidarın bu yapısıyla bu sorunları çözemeyeceğine olan itirazdır. Şimdi bunun ortak bir programa dönüştürülmesi lazım. Kısa ve kestirme yollar maalesef yok. Bu da ancak geniş bir toplumsal uzlaşmayla yapılabilir. Demokrasi güçleri seçim ittifakını derinleştirmek ve gerçek bir demokrasi ittifakına dönüştürmek durumundadır. Son yerel seçimler de gösterdi ki, muhalefet adalet, hak, hukuk ve demokrasi önceliklerinde yan yana durduğu sürece, iktidar şaşırıyor ve paniğe kapılıyor. Bu nedenle, demokrasiyi yeniden kurmak için geniş tabanlı bir toplumsal mutabakat arayışı derinleştirilmeli.
Yeni bir hikaye yazmak, yeniden hayallerimizin peşine takılmak zamanıdır. Asıl önceliğimiz Türkiye’nin ayağına takılmış olan prangayı çıkarmaktır. İktidar, özgürlükleri kısıtlıyor, düşünceyi suç kapsamına sokuyor, milli iradeyi parçalıyor, acıları ayrıştırıyor, barışı konuşturmuyor ve öfkeli sesini yükselterek muhalefeti de öfke çemberine sokmak istiyor. Buna karşı çıkmak, “çoğulcu bizi” konuşmak ve o çoğulcu bizi kamusal alanda konuşmanın yollarını bulmak zorundayız.
Sadece demokrasiyi değil, Türkiye’yi, toplumu yeniden inşa etmek gibi zorlu bir görev var önümüzde. Bunun için ötekinin kendimiz olduğunu kavrayarak, toplumun tüm kesimlerinin eşit olduğu kurumsal yapının inşası için birbirimizi ikna etmeye şimdiden başlamalıyız. Demokratik bir geleceği düşlemeye ancak böyle cüret edebiliriz.
‘AKP parti olma özelliğini kaybetti’
AKP içinde son dönemde istifa ve ihraçlar yaşanıyor. AKP’den kopan isimlerin yeni partiler kuracağı belirtiliyor. Yaşananları AKP’nin çöküşü olarak değerlendirmek mümkün mü?
AKP, uzun süredir bir parti olma özelliğini kaybetti. Erdoğan, bir süre partiyi kontrol edebileceğini düşündü. Cumhurbaşkanlığı’nın yanı sıra parti başkanlığını da üstlenmesi, partinin kılcal damarlarına kadar kontrol altında tutulması içindi. Ancak partinin kendisine ayak bağı olduğunu gördüğü anda partiden vazgeçti. Bunda MHP ile yaptığı ittifak ve ‘devlet’in sahipliğini ele geçirmesi belirleyici oldu. Şu anda Erdoğan için parti, hele ilk kurulduğu günlere dönmek isteyen bir parti arzulanan bir şey değil. Hatta ayak bağıdır. Çünkü mesele artık devletin sahipliğinin de bir adım ötesinde ülkenin sahipliği meselesidir. Burada AKP’ye yer yok. Kaldı ki, Neo-patrimonyal rejimlerde parti asli unsur değildir. Erdoğan tek başına karar alıcı olarak kaldığı sürece partimsi bir örgütü istediği gibi kurma imkanına da sahiptir. Yeter ki, rant dağıtımını yapacak kaynaklara ulaşabilsin. Burada Erdoğan’a sınırı ekonominin realitesi ve demokrasi güçlerinin ittifakı çizecektir.
Yeni partilere gelince, Erdoğan’ın yeni rejimi henüz kurulma aşamasındadır. Bu Babacan vb. aktörlere ve AKP içinden kopacak yeni partilere alan açıyor. Ayrıca ekonomi ve dış politikadaki sıkışmışlık ödül mekanizmasını devre dışı bıraktı. Şu anda Erdoğan sadece ceza ve cezalandırma araçlarını kullanarak gücünü hatırlatabiliyor. Bu da toplumun kendisinden uzaklaşmasına yol açıyor. Babacan ve arkadaşları, CHP’nin öncülüğündeki ittifakla “Devletin yeniden adalet, eşitlik, dürüstlük, özgürlük, hak ve hukuk temelinde yeniden inşası” önceliğinde uzlaşırsa Türkiye’ye katkı sunarlar. Bundan sonra hiçbir siyasi partinin tek başına ve ötekini dışlayarak gidebileceği bir yer yok.