Bütün insanlık tarihi boyunca insanın, insan olarak tekamülünde, yaşadığı muazzam yozlaşmanın çok büyük bir etkisi vardır. İnsan, aslında tüm canlı türleri içerisinde bir sapma, bir yozlaşma, bir hastalık halidir. İnsan türü kadar doğaya aykırı bir canlı türü daha yoktur. Fakat aynı insan, aynı zamanda varoluşun farkına varma yetisi kazanarak varoluşa anlam kazandırma yoluyla da doğaya en büyük katkıyı sunan varlıktır. İşte insanlık tarihi, insanın kendini yaratan doğayı, kendi türü dahil olmak üzere doğadaki tüm varlıkları tahrip eden yozluğun ve doğaya varoluşun anlamını kavrama ve değiştirme bilinci katan yaratıcılığın, yani iyiyle kötünün bir savaşının tarihidir özü itibariyle. Fakat insanın tekamülü bir eksi tekamüle, bir baş aşağıya gidişe doğru eviriliyor her geçen gün. Var oluşun anlamını kavrama ve yaratıcı değiştirme gücü her geçen gün daha da yitiriliyor. İnsan sadece tüketen ve tahrip eden bir güce dönüşüyor gün geçtikçe büsbütün. Her insan bir tüketici, öğütücü ve yok edici bir makine olma yolunda dev adımlarla ilerliyor. Bütün insanlık tarihi boyunca savaşı verilen ve tür olarak insanın muazzam tahripkârlığını engelleyen biriktirdiği ne kadar erdem varsa bir bir değersizleşiyor, biriktirdiği ne kadar anlam varsa bütün zamanların toplamından daha büyük bir hızla içi boşalıyor.
“Biz” büyük bir hızla değer kaybına uğrarken “Büyük Ben”in çıkarlarını korumak için başvurulan her yol mubah hale geliyor. Arsızlık, hayasızlık, ikiyüzlülük, riyakarlık, takiyecilik, yalancılık, çağın insanının ruhuna çökmüş bir kara veba gibi. Günden güne daha da yayılıyor, bulaşıyor, dağılıyor, çoğalıyor. Öyle sınırsız, öyle hadsiz, öyle kalabalık ki. Utanma duygusu tümden yitirilmiş. Beyazın siyah olduğu, kötünün iyi olduğu, ötekinin beriki olduğu iddiasının, gerçek olup olmadığının kabulü sadece ve sadece iddia sahibiyle iddiaya inanması istenenin çıkarının ne kadar ortak olduğuyla ölçülü. Ölçü, kıstas, değer, paha, kimin kiminle ne kadar çıkar birliğinde olduğuyla muhasip. Aile içi ilişkilerden, komşuluk ilişkilerine, yurttaşlar arası ilişkilerden uluslararası ilişkilere bütün insanlık alemi bu muazzam değer yitiminin pençesinde debelenip duruyor.
Devasa büyüklükteki devletler, uluslar, uluslararası birlikler, kurumlar, birbirine tıpatıp benzeyen katliamlardan birini insanlığa karşı işlenmiş suç olarak tanımlarken, şiddetle kınarken, hezeyan içinde tedbir almaya davet eden açıklamalar yaparken, yanı sıra yaşanan bir diğerini ya görmezden geliyor, ya çeşitli gerekçelerle makbul katliam, hakkedilmiş muamele olarak tarifliyor. Devletlerin, uluslararası kurumların çıkar ortaklığında, çıkar ekseninde aldıkları tavır elbette herkesçe bilinen bir tavır. Modern dünyanın, geleneksel toplumsal değerlerin yitiminin telafisi için geliştirdiği demokrasi, eşitlik, hak, hukuk ve benzeri evrensel değerlerin de artık muazzam çıkar çağında bir anlamı kalmadığı, içi boş sözlerden ibaret olduğu elbette herkesin malumu. Fakat artık her bir insan, her bir birey, her bir topluluk bir diğer bireye, bir diğer topluluğa, doğaya karşı işlenen suçun, kıyımın, katliamın kendisini değil, kim tarafından kime karşı işlendiğini ve sonucun kendi çıkarına ne kadar hizmet ettiğini esas alıyor, buna göre tavır belirliyor. Yeri geldiğinde, fırsat doğduğunda, icra edecek güce sahip olduğunda benzeri katliamları, suçları işlemekten geri kalmıyor, bunu kendisine verilmiş bir hak olarak görüyor. Ortadoğu coğrafyası bir kez daha insanın yarattığı yangının en orta yerinde kan deryasına dönüyor. Bunun planlayıcısı ve azmettiricisi uygar dünya, insanlık için ve doğa için bir kurtuluş olma iddiasını çoktan kaybetmiştir. İnsanın yıkan ve yok eden yozlaşmış ve sapmış doğasına karşı tarih boyunca erdemin ve anlamın yeniden yeniden yeşertildiği mümbit kadim Ortadoğu coğrafyası ve bu coğrafyanın halkları her şeye rağmen insanın ve doğanın kurtuluş umudunun membaı olmayı sürdürüyor.