1990 yapımı Umuda Yolculuk, Pazarcıklı Kürt Alevi bir ailenin daha iyi bir yaşam umuduyla mallarını mülklerini satarak İsviçre’ye doğru kaçak yollarla çıktıkları yolculuğu takip ediyor. İsviçreli yönetmen Xavier Koller tarafından çekilen ve senaryosu Feride Çiçekoğlu tarafından yazılan filmin başrollerini ise sinemamızın iki dev ismi Nur Sürer ve Necmettin Çobanoğlu paylaşıyor.
Ali Haydar köy yerinde yaşadıkları yoksulluktan bunalmış, daha iyi bir yaşamın yurtdışına, İsviçre’ye gitmekle mümkün olacağına ikna olmuştur. Daha evvel kaçak yollarla yurtdışına kaçmış eş-dostun yönlendirmesiyle “çıkmanın” yollarını bulur. Oldukça masraflı olacak bu yolculuk elindeki bir iki parça toprağını ve koyunlarını satmasıyla mümkün olacaktır. Geriye altı çocuğunu bırakıp gitmek istemeyen karısı Meryem’i ikna etmek kalır. O da çocuklarından en azından birini yanına alabileceği avuntusuyla çok geçmeden bu yolculuğa razı olur.
Film, bir cem töreni ve kurban sahnesiyle açılarak izleyiciye mistik ve epik bir atmosfer sunar. Ancak bu sekansın hemen ardından gelişen olaylar, filmin anlatısının çok da tahmin edilemez olmadığını ima eder. Ailenin babası Ali Haydar ve anne Meryem köy alanında cem yaparken çocuklardan biri endişeyle onlara koşar, “Mehmet Ali trene gitti”. Tekinsizlik hissinin seyirciyi yavaş yavaş kuşattığı bu ilk sahne amansız bir yolculuğun ilk habercisi olur. Anne ve baba hızla kalkıp koşarlar, çocukları Mehmet Ali başka bir grup çocukla beraber kırsal yerlerde pek çok çocuğun oynadığı tehlikeli bir oyunu oynamaktadırlar; tren raylarının altına yatmak. Ali Haydar geldiğinde tren çocuğun olduğu noktaya varmış üzerinden geçmektedir. Ali Haydar tren geçtikten sonra korkuyla çocuğunu kucağına alıp sımsıkı sarılır. Mehmet Ali, Ali Haydar’ın filmin ilerleyen sahnelerinde yanına almaya karar verdiği çocuğu olacaktır. Cem esnasında kesilen kurban sahnesi ile Mehmet Ali’nin tren raylarının altına uzandığı bu sahne, küçük çocuğun kaderine dair ipuçlarını en baştan verir.
1990 yılında En İyi Yabancı Film dalında Oscar alan film, dünyanın her yerinde, defalarca yaşanmış ve yaşanan, göçmenlerin yaşam ve ölüm arasındaki çizgi arasında gidip geldikleri uzun yolculuğu merkezine oturtuyor.
Gerçekleri ıskalamak
İnsan kaçakçılarının ayarladığı İstanbul’dan Napoli’ye gidecek bir teknenin içindeki traktör kasasında uzun yolculuklarına başlayan aile, daha sonra Alp dağlarının yamaçlarına doğru yolculuklarına devam ederler. Dağın ardında, varış noktaları olacak olan, refahın ve mutluluğun ülkesi İsviçre vardır.
Filmin anlatısında, hızla değişen ülkeler ve şehirlerin fonunda, kaçak göç rotasındaki ailenin karşılaştığı insanlar – kaçakçılık ağının yerli ve Türk üyeleri – ile aralarındaki geçici etkileşimler önemli bir yer tutar. Aile, karşılaştığı bu insanlarla iletişim kurmak ve anlaşabilmek için her yolu denerken, her karşılaşma aslında yalnızca bir diyalog girişimi değil, aynı zamanda göç şebekesinin işleyişine dair ipuçları sunan bir etkileşimdir. Bu sahnelerde belgesel estetiğine yaklaşan bir docu-drama dili hâkim olsa da, film aynı zamanda, ülkeler ve şehirlerle birlikte değişen manzaralara yaptığı kesmelerle masalsı bir şiirsel dil de benimsiyor.
Yönetmen, filmin dokusunu belgeselvari bir gerçeklik algısıyla inşa ederken, kurguya dayalı geleneksel anlatı yapılarına da yoğunlukla başvurur ve böylelikle izleyiciyi zaman zaman gerçek ile kurgunun sınırlarında gezdirir. Film, bu görsel ve yapısal tercihleriyle, izleyiciye tanıdık bir yolculuk hikayesi sunar; ancak belki de tam da baştan beri vaat ettiği üzere, olay örgüsünün tahmin edilebilirliği filmin sorununu teşkil etmez. Asıl mesele, filmin ele aldığı göçmenlik temasıyla ne ölçüde baş edip edemediğinde, ya da seyirciyi ne kadar kapsamlı bir anlatıya çekebildiğindedir. Bu bağlamda, film bir yandan karakterlerin yolculuklarını merkezine alırken etkileyici bir hikaye anlatım dilini tutturabiliyor, ancak Avrupa’daki sistemin çarklarını ve zenofobiye bakmakta biraz yetersiz kalıyor.
Avrupa’da hemen hemen her yerde yükselen aşırı sağ sırtını en çok göçmen karşıtı politikalara yaslıyorken, yığınlar bu politikaların etkisi altında göçmenlere karşı örgütlenip saldırılar gerçekleştiriyor. Son zamanlarda İrlanda, Almanya ve Fransa örneklerinde olduğu gibi.
Film, 90’lı yılların başında savaşların büyüttüğü göç krizinin Avrupa’da bugünkü kadar yoğun olmadığı bir dönemde geçiyor. Dolayısıyla, göçmen karşıtlığı bugünkü kadar yoğun olmasa da o dönemde de kitlesel saldırıların, cinayetlerin ve göçmenlerin bu ülkelerde “güvenlik sorunu” çerçevesinde ele alınıp insanlık dışı muameleye tabi tutulduğunu biliyoruz. Mesela, İsviçre Halk Partisi (SVP), 1990’larda göçmen karşıtı duyguların şekillenmesinde önemli bir rol oynadı. SVP’nin kampanyaları giderek daha fazla göç konusuna odaklandı ve göçmenleri suç ve sosyal yardım yükü gibi konularla ilişkilendirdi. Üstelik bu varlıklı, refah düzeyi yüksek ulusların yapmak istemediği işleri tıpkı bugün olduğu gibi, o yıllarda da göçmenler sırtlanıyordu. Film, tüm bu olguları neredeyse hiç düşünmediği gibi, karşısına çıkan tüm fırsatları olmasa da, hatırı sayılır bir çoğunluğunu çiğneyerek bu gerçekleri devamlı ıskalıyor. Ali Haydar’ın böylesi ölümcül bir yolculuğa neden çıktığını biraz daha açmayı ıskaladığı gibi.
Dağ yamaçlarında
Filmin ikinci yarısı, bu trajik yolculuğun son durağı olur. Alp dağlarının yamaçlarındayız. Ali Haydar, Meryem ve Mehmet Ali dışında, kimi politik kimi yoksulluk sebebiyle hepsi aynı yolun yolcusu olan Türkiyeli göçmenler puslu dağ eteklerini tırmanmaya koyulur. Yamaçlar dikleştikçe, taşınan bavullar ve yükler ağırlaşır. Karanlık çöker. Kimisi yükünü bırakır kimisi sadece hafifletir. En nihayetinde hedefe varmaya yakın polis radarına takılırlar. Çıkan kargaşa esnasında Ali Haydar ve oğlu Meryem’i kaybederler. Takip eden sahnelerde Meryem ve içinde olduğu kafile polis tarafından dondurucu soğuktan kurtulurken, Ali Haydar ve oğlu kaybolurlar.
Polis araçlarının sabahlara kadar baba-oğulu araması ise nafiledir; Ali Haydar ve Meryem’in oğlu daha iyi bir yaşam için çıktıkları yolculuğa kurban gider.
Umuda Yolculuk, açmazlarına ve sorunlarına rağmen, tutarlı yazılmış senaryosu ve isabetli sinematik estetik tercihleriyle misyonunu yerine getirebilen bir film olduğu gibi, bugünden filmin çekildiği döneme bakıldığında güncelliğini de koruyor.