Arendt’in “yaşayan cesetler mekanı” olarak adlandırdığı toplama kampları günümüzde cezaevleri için kullanılabilir. Arendt, bu sürecin 3 aşamalı geliştiğini ifade ediyor…Türkiye cezaevlerinde siyasi tutsaklar bu zihniyete karşı direniyor
Sebahat Tuncel
Türkiye’ de cezaevleri sorunu aynı zamanda Türkiye’nin demokrasi, hak ve özgürlük alanında yaşadığı sorunları göstermesi açısından ilgiyi hak ediyor. Son yıllarda siyasi muhalifleri hapsetme politikası ile giderek toplama kampına dönüşen cezaevlerinde çok ciddi hak ihlalleri yaşanıyor. Her çıkan yargı paketi ile de cezaevlerindeki kazanılmış haklar gasp ediliyor, yani baskı politikaları devreye konuluyor.
Toplama kampları 19. yy’de ilk İspanyollar tarafından Koba’da, Biritanyalılar tarafından da Boer savaşı (1899-1902) sırasında kullanılıyor. “Koruma amaçlı gözaltı” olarak adlandırılan süreç, egemenlerin, emperyalistlerin çıkarını korumak için icat ediliyor. 1. Dünya Savaşı sırasında da bu uygulama “düşman yabancılar” olarak belirlenen kesimlere karşı kullanılıyor. Almanya’da ilk toplama kampı 1923’de komünistlere ve Doğu Almanya Yahudisi Aşkenazlara karşı uygulanıyor. Bildiğiniz gibi daha sonra Yahudi soykırımında, toplama kampları Yahudileri imha merkezleri oluyor. “Önleyici gözaltı”, “kamu düzenine yönelik tehdit” gerekçeleri ile temel insan hak ve özgürlükleri askıya alınıyor. Olağanüstü hal uygulamaları kapsamında bunlar çeşitli ülkelerde yasal hale de getirilmiş durumda.
Türkiye’de de Kürt siyasi hareketine karşı 2015’ten bugüne sistematik olarak sürdürülen – Kürtlerin cezaevleri, toplama kampları, baskı politikalarıyla karşı karşıya gelmesi yeni değil, Cumhuriyet tarihi bu uygulamaların onlarca örneği ile dolu – siyasi soykırım operasyonları ile on binlerce Kürt siyasetçi toplama kamplarına dönüştürülen cezaevlerine konuldu. Bu durum tabi sadece Kürtlerle sınırlı kalmadı. Türkiye’de geniş bir muhalif kesime yönelik gözaltı, tutuklama politikası uygulanıyor. AKP-MHP faşist iktidarının Kürt karşıtı siyaseti, Kürt muhalefetini bastırmak için devletin tüm zor araçlarını devreye koyduğu bu süreçte cezaevleri de bu politikanın önemli bir parçasını oluşturuyor.
H. Arendt’in “yaşayan cesetler mekanı” olarak adlandırdığı toplama kampları günümüzde cezaevleri için kullanılabilir. Arendt, bu sürecin 3 aşamalı olarak geliştiğini ifade ediyor. 1. aşama hukuk kişiliğinden yok edilme veya çeşitli kategorideki insanların ( Yahudi, Çingene, komünist, eşcinsel vb. ) hukuk korumasının dışına çıkarılması – ki Türkiye bunu en çok Kürtler üzerinde uyguluyor. Kayyım politikası bunun bir örneği. HDP’nin kapatılması, Kobanê davası vb. süreçlerde yasa, anayasa ve uluslararası sözleşmeler yok sayılıyor. 2. adım olarak normal cezaevi sistemi dışında ve ondan tümüyle ayrı bir cezaevi yaratılmasıdır. “Böylece tutuklular ilk kez tahmin edilebilir bir cezaya karşılık gelen, bir kesim suçun var olduğu normal hukuksal prosedürün dışına çıkarılmış olur.” Bu sürecin nasıl işletildiği Kürt siyasetçilerin dosyalarına bakıldığında daha somut görülecektir. Uydurma iddialar, gizli tanıklar, uydurma deliller, siyasetçilerin yaptığı açıklama ve demeçlerin yargılama konusu yapılarak anayasa ve yasal hakların yok sayılması… Kürtlerin yaptığı siyaset “suç” sayılmakta ve onlarca yıl cezalar verilmektedir. 2. adımı Arendt “…tamamen keyfi, mutlak iktidar biçiminin yaratılması için zorunlu” olarak görüldüğünün altını çizer. Otoriter, faşizan rejimler bu politika üzerinden mutlak iktidarlarını geliştirmektedir. Bu sürecin 3. adımını ise “ahlaki kişiliğin yok edilmesi” olarak tanımlıyor. Ahlaklı kişi vicdan sahibi veya ahlak öznesidir. Ahlaki kişilik yok edildiğinde ortada insana dair hiçbir şey kalmayacaktır. “Yaşayan cesetler” tanımı bu anlamda hukuki ve ahlaki kişiliğin ortadan kaldırıldığı, sadece bedenlerin – her türlü şiddetin üzerinde denendiği – varlığından bahsedilen süreç, iktidarın mutlaklaştırılmasının yolu olarak görülmektedir.
Türkiye cezaevlerinde bulunan siyasi tutsaklar “yaşayan cesetler” mekanına dönüştürülmek istenen bu alanlarda, bu zihniyete, anlayışa karşı mücadele ve direniş göstermektedir. İnsan olmanın, var olmanın ahlaki ve politik değerlerine sahip çıkarak, kendi iradesini güçlendirmek, dayatılan sistematik şiddet ve zora karşı da direnmenin çeşitli yöntemlerini geliştirmektedir. Dışarıda (cezaevleri dışında) yaşanan her siyasi, ekonomik, toplumsal gelişmenin cezaevlerine de yansıması oluyor. Toplumsal kutuplaşmanın, baskının, devlet şiddetinin, adaletsizliğin, yolsuzluğun, toplumsal çürümenin -ki bunlar iktidarın yürüttüğü siyasetin bir sonucu olarak gelişiyor – cezaevlerine de yansıması oluyor. Çıkartılan infaz yasaları ile cezaevlerinde mücadele ile elde edilen kazanımlar da gasp ediliyor. İmralı işkence sistemi, orada uygulanan mutlak tecrit ve izolasyon tüm cezaevlerine yayılmış durumda.
Pandemi bahanesiyle 2 yıldır tüm sosyal-sportif haklar, etkinliklere katılma hakkı gasp ediliyor. En küçük bir hak mücadelesinin, itirazın sonucu disiplin cezaları, infaz yakmaları ile sonuçlanıyor. Düşünce, ifade özgürlüğü, haber alma özgürlüğü, kitap okuma hakkı, sağlık hakkı vb. birçok hak cezaevi idarelerince keyfi olarak gasp ediliyor. Cezaevlerindeki baskı politikaları, hücreye atma, süngerli odaya atma, infaz yakma, çıplak arama, insan onuruna aykırı uygulamalar ölümlere de yol açmaktadır. Garibe Gezer bu politikaların sonucu öldü. Sadece Garibe de değil aynı hafta içinde bizim duyduğumuz 6 tutsak yaşamını yitirdi. İnsani ve vicdani hiçbir değerin bırakılmadığı bu mekanlarda insanlar ölüme mahkum ediliyor. Öncelikle “hasta tutsaklar”a yönelik yaklaşımda bu anlayış çok net açığa çıkıyor. Yaşam hakkı, sağlığa erişim hakkı bizzat devlet tarafından ortadan kaldırılıyor. Cezaevlerinde insanlar ikinci kez cezalandırılıyor.
Siyasi tutsaklar az da olsa seslerini kamuoyuna duyurabiliyor. Ancak yüzbinleri bulan “adli” tutuklu-hükümlü ciddi hak ihlalleri ile karşı karşıya. Üstelik onlar yaşanan hak ihlalleri karşısında yeterince itiraz edemediklerinden, yaşadıkları baskı, şiddet yeterince kamuoyuna yansımıyor. Nüfusu bir kasabanın nüfusunu geçen kampüs cezaevleri aynı zamanda kapitalist sömürünün merkezleri haline getirilmiş durumda. Cezaevlerinde açılan atölyelerde, fabrikalarda binlerce insan karın tokluğuna çalıştırılıyor. Cezaevlerindeki döner sermayeden kâr edenler, mesele burada çalıştırdıkları insanların emeğinin karşılığını vermeye gelince ortada görünmüyorlar. İktidar bu emek sömürüsünün merkezinde yer alıyor. Cezaevlerinde elde edilen kazancın nerede, nasıl harcandığı denetlenmiyor. İşçi sınıfının da bugüne kadar cezaevlerindeki emek sömürüsüne, köleci düzene karşı her hangi bir girişimi olduğunu duymadım. Cezaevlerini genelde kırsal alanlara, toplumdan tecrit edilmiş alanlarla kuruyorlar. “Gözden ırak, gönülden de ırak olurmuş” sözü pratikte cezaevlerinde yaşananların görünmemesi, temel bir politika olarak gündeme alınmamasına neden oluyor. Tabi ki insan hakları örgütleri, tutuklu aileleri inisiyatifleri, hukuk örgütleri dönem dönem cezaevlerindeki hak gasplarına, yaşanan sorunlara ilişkin açıklama yapıyor, raporlar hazırlıyor. Ancak bunlar cezaevi gerçekliğini ortaya koymaktan çok uzak raporlar.
Cezaevinde kalan insanlar zaman zaman sesini dışarıya, kamuoyuna duyurmaya çalışsa da bu konuda olanaklar sınırlı ya da basının, medyanın bu alana ilgisizliği nedeniyle aksaklıklar yaşanıyor. Cezaevlerinde bulunan siyasetçiler, gazeteciler, iş insanları, aydınların bu konuda olanakları daha fazla tabi ki. Bizler kendi olanaklarımız doğrultusunda mümkün oldukça yansıtmaya çalışıyoruz.
Cezaevlerinde sadece sorunlar yaşamıyoruz. Ayını zamanda bu zorlu mekanlarda bir yaşam alanı, komünal bir yaşam da kuruyoruz kendimize. Birlikte kaldığımız arkadaşlarla yoldaşlık ilişkilerinin en güzelini, emeğin, sevginin en yoğununu yaşıyoruz. Sınırlandırılmış bu soğuk gri mekanlara inat özgür düşünmenin, özgür yaşamanın nasıl mümkün olacağını deneyimliyoruz. Günlük iradi bir mücadelenin yürütüldüğü bu zorlu mekanlarda, zorluklarla, engellerle nasıl baş edeceğimizin yol ve yöntemlerini geliştiriyoruz. Dışarıda tost makinasında tost yapılırken biz kalorifer petekleri arasında tost yapmayı deneyimliyoruz. Duvarlardan, betonların arasında filiz veren bir çiçeği korumak için (aramalarda koparmasınlar diye) büyük bir çaba içerisine giriyoruz. Yolunu şaşırmış arılarla, uğur böcekleri ile arkadaşlık geliştiriyoruz 🙂 Hayatı güzelleştirmek, faşizme, zulme inat yaşamın zorluklarından güzellikleri damıtıyoruz. Yani içeride de bir yaşam sürdürüyoruz. Bazen hücrelerimize yakın hücrelerde bulunan farklı siyasetlerden insanlarla, “adli” tutuklularla da ilişki geliştirerek tecrit ve izolasyonu kırmaya çalışıyoruz. F Tipi cezaevleri tecrit ve izolasyon alanları biliyorsunuz. Tüm yaşamınız 3 kişilik 35-40 metrekarelik bir alandan ibaret. Normal koşullarda haftalık 10 saat sohbet, spor etkinlik hakkı nedeniyle diğer koğuşlardaki arkadaşlarla bir araya gelebiliyorduk ancak pandemi nedeniyle 2 yıldır tüm bu haklar gasp edilmiş durumda. Bizler de yaşanan ağır tecrit ve izolasyonu havalandırmalarımızda yüksek sesle diğer koğuştaki arkadaşlarla diyalog geliştirerek aşmaya çalışıyoruz. Yüksek duvarlardan sesi aşırmak hiç de kolay değil 🙂 Bu seslenişler bazen komik, insanı gülümseten olaylara da vesile olmuyor değil.
Bir bayram öncesi (cezaevlerinde bayram kutlamanın da ayrı bir güzelliği var) “adli” mahpuslardan Emine seslendi “siyasi abla” diye, isimlerimizi bilmediğinden öyle sesleniyordu. Bir kaç kez seslendi. Bizim Leyla arkadaşımız “ne var Emine” diye cevap verdi. Emine “yarın bayram abla” dedi. Belli ki Emine bayramda ailesini, çocuklarını göremeyeceği için hüzünlü ve bu duygusunu paylaşmak istiyor. Ama bizim Leyla ne dese beğenirsiniz, “bayramdır bu Emine, gelir geçer.” 🙂 Sohbet doğal olarak bitmiş oldu.
Cezaevleri sese duyarlılığı geliştiriyor. Birbirimizden haberdar olmanın ya da yan koğuşunuzdaki arkadaşınızın başına bir şey gelip gelmediği, hasta ise durumunu öğrenme koşulunuz sınırlı. O nedenle gelen her sese, açılan her kapıya duyarlılık gelişiyor. Dönem dönem sizler bize “cezaevinde kadın olmak, cezaevinde olmak nasıl bir duygu? Neler yaşıyorsunuz?” diye soruyorsunuz. Bizler de dilimizin döndüğü, kalemimizin yazdığı kadarıyla anlatmaya çalışıyoruz. Ancak bazı şeyler ne söze ne de yazıya tam anlamıyla dökülebiliyor. Yaşamak ayrı bir duygu. Bu mekanlarda bir mektup almanın, bir selam almanın, dışarıyla kurulan en küçük ilişkinin ne kadar önemli olduğunu ifade etmek tam anlamıyla mümkün değil. O nedenle dışarıdaki dostların belli günlerde veya zamanlarda değil sürekli bir ilişki ve diyalog içinde olmayı önemsemesi gerekiyor diye düşünüyorum.
Tüm dostlarla özgür günlerde görüşmek, hep beraber özgürlük şarkıları söyleyip, özgürlük halayları çekmek dileğiyle.
Not: Bu yazıyı yazdığım zaman dışarıda kadınlar 8 Mart çalışmalarını başlatmış, planlarını yapmışlardır belki. Bizler bu 8 Mart’ta da sizlerin arasında olamayacağız ama ruhumuz, düşüncemiz sizinle olacak. Bu 8 Mart’ın her zamankinden daha coşkulu ve kitlesel geçeceğine inanıyoruz. Güzel günler göreceğiz. Ve bunu kendi ellerimizle, örgütlü mücadelemizle sağlayacağız. Günümüz kutlu olsun şimdiden.
Biji 8’ê Adarê
*Yeni Yaşam Kadın Eki’nde yer alan diğer yazılar için tıklayınız