Hasan Nasrallah, Hizbullah’ın kurucularından ve eski liderlerinden Abbas el Musawi (1992) gibi İsrail tarafından suikastle katledildi. Nasrallah sadece büyük taraftar grubunun lideri değil, Lübnan ve bölge halklarının bir kısmı için halk kahramanı gibi görülüyordu. İsrail’in 11 Eylül’ü denilen 7 Ekim saldırısı, Nasrallah ile devam eden suikastler zincirinin ve mevcut savaş denkleminin kara kutusu gibi görünüyor. Nasrallah’ın daha önce birçok şiddet planını durdurmasına rağmen Hamas’a göre Aksa Tufan’ını, İsrail’e göre Netiv HaAsara Katliamı’nı durduramaması belki de yaşamına mal oldu. İşin bu kısmını burada noktalayalım ve cephelere bakalım.
İsrail elbette artık Hitlerin kırımdan geçirdiği Yahudiler değil. Holokost’u mirasa dönüştürmeye ve bunun üzerinde tepinmeye çalışan, kendi anılarına ihanet eden bir ülke. Holokost halkının yöneticileri, hatıraları çabuk unuttular ve zalimleştiler. Batının Holokost’a yönelik vicdan muhasebesi de yozlaştı. Batının egemen devletleri ameliyatla Yahudi sorununu Ortadoğu’ya taşıdılar. Böylece hem Yahudi toplumunu kışkırtarak Ortadoğu halklarının düşmanı haline getirdiler hem de milyonlarca masum Ortadoğulunun evlerini ateşe verdiler. Elbette ki bu vicdan değil, dizayndı. Hükümetleri kullanarak Yahudi-Arap- Fars düşmanlığını derinleştirerek bu gerilim üzerinden yapılan bir dizayn. Yahudi toplumu Ortadoğu’nun hakikati olmasına rağmen bugün o tarihsel hakikat hem batı ve İsrail rejimlerinin eliyle hem de Ortadoğu toplumunun tutarsız siyasetiyle adeta bir bombaya dönüştü.
Nasrallah cephesine gelirsek, mademki onları bir devrimci olarak görüyoruz o zaman bir devrimci gibi de eleştirebilmeliyiz. Hizbullah 1982’de meşru ve haklı bir hareket olarak doğdu. Lübnan’da farklı etnik ve dinsel yapılardan bir toplum inşa etti. İsrail’i 2006’da yendi ve özgür bir Lübnan yarattı. Hasan Nasrallah’ın bu hikayedeki payı çok büyüktü. Ancak birlikte hareket ettiği ideolojik-politik cephe Ortadoğu’daki değişim dinamiklerini, halkın taleplerini ve bıçağın kemiğe dayanmasıyla bedenini ateşe veren gençleri okumakta yetersiz kaldı. Arap Baharı’nı anlamadılar. Kimi yerde taraf oldular, kimi yerde nötr kaldılar, kimi yerde ise karşı çıkarak tutarsız bir konum aldılar. Bu nedenle Nasrallah’a yönelik suikastin ideolojik-politik arka planının şifrelerini Arap Baharı’nda aramak mümkün.
Bilindiği üzere Arap toplumu siyasal haklarını kullanmak, aç kalmamak ve haysiyetli bir yaşam için uzun süreli bir ayaklanma başlatmıştı. Halk ayaklanmasından, hem kolonyal hem postkolonyal iktidarlar korkmuş; en az ABD, Arabistan ve İsrail kadar İran, Hizbullah ve Hamas cephesi de tedirgin olmuştu. Her iki cephenin zımni anlaşmasıyla bir süre sonra Arap Baharı sivil direnişlerden radikal şiddete evrildi. Rivayete göre Ortadoğu’da bazen bir düşmanı kaybetmek bir dostu kaybetmekten daha kötüydü. Düşmanlar birbirlerini kaybetmek istemedi. Böylece yoksulları, kadınları, ezilen etnik ve dinsel inançları siyasetten uzak tutmaya, onlara herhangi bir hukuk tanımamaya, demokrasi ile dalga geçmeye devam ettiler.
Hasan Nasrallah’ın önemli bir aktör olduğu direniş cephesi havada yükselen özgürlük arzusu karşısında toplumcu bir çizgiyi örgütlemeyi başaramadı. Halk gerçekliğine parçalı bakarak eşitsizliklere, zulme ve bölgede süren sömürüye karşı tutarsız davrandılar. Bizzat Nasrallah nüfus cüzdanına bile sahip olmayan Suriye Kürtlerini ABD ile iş tutmakla suçlarken, yıllardır köle gibi yaşayan bir halkın dil, kimlik ve yaşam hakkını gasp eden Baas rejimine tek bir söz etmiyordu. İran’daki yeşil hareket için “Suudi- Cia komplosu” derken, yüzlerce İran gencinin gece yarısı kaçırılıp katledilmesine ve savunmasız insanların toplu idamlarına sessiz kalıyordu. Mısır ve Tunus’taki halk ayaklanmalarını ABD yanlısı iktidarlara karşı olduğu için tebrik ediyor; İran, Suriye ve Bahreyn’deki ayaklanmalara karşı çıkıyordu. Doğal olarak sorarlar: İran ve Suriye halkının Libya, Mısır, Tunus ve Kürt halkından ne farkı vardı? Nikaragua diktatörü Anastasio Somoza için dönemin ABD lideri Roosevelt, “Puştun teki olabilir, ama bizim puştumuz” diyordu. Nasrallah da muhtemelen bölgedeki işkenceci tiranlar için benzer bir düşünceye sahipti.
Arap Baharı’nda adalet, hürriyet, haysiyet isteyen halk kurşunlandı, radikal İslamcıların kucağına itildi, küresel hegemonyanın insafına terk edildi; göçe zorlandı, nehirlerde boğuldu, linç edildi, tecavüze uğradı. Arap Baharı ve Kürt Baharı Ortadoğu’da ortak yaşam için kurucu bir andı. İranlı sosyal bilimci Hamit Dabaşi’nin dediği gibi; milyonlarca insan Tahrir Meydanı’ndan Gazze’deki Refah sınırına öyle tankla tüfekle değil, dünyanın en büyük açık hava hapishanesine kapatılmış 1.3 milyon insana götürecekleri suyla, ekmekle, ilaçla yürüyüşe geçseydi başlarındaki şahin savaş ağaları ne yapacaklardı, nükleer başlıklarını mı kullanacaklardı? Ya da Nasrallah gibi bir özgürlük savaşçısı, Arap halk ayaklanmalarında halkın yanında dursaydı, tutarsız davranmasaydı, Suriye’yi ve diğer ülkeleri demokratik eşit bir yönetime davet etmekte ısrarcı olup net bir tutum alabilseydi hikaye bambaşka olamaz mıydı?
Nasrallah’ın ve cephesinin belki de en büyük yanılgısı Arap Baharı’nda demokratik halk direnişlerine mesafeli durarak bu mevzileri ABD ve Batı’ya bırakmasıydı. Nasrallah cephesi tarihi ve toplumu doğru okumadı, halklara doğru öncülük etmediler. Haliyle savundukları devrim yozlaştı ve yalnızlaştılar. Batı ve İsrail bu yalnızlığı, yozlaşmayı, devlet-toplum arasında açılan makası iyi gördü. Eğer bugün Nasrallah’ın arkasında milyonlar olsaydı İsrail bu suikasti göze alabilir miydi? Nasrallah, devrimci yönü olan bir lider olarak Arap halk ayaklanmalarına yüzünü çevirseydi halk bugün onu yalnız bırakmazdı. Ya da bugün bir kısım Arap nüfusu bir halk kahramanının ölümüne sevinmezdi.
Nasrallah bir devrimci olarak ezilen, yoksullaştırılmış, köleleştirilmiş Arap halkına yüzüne çevireceğine İran’a sırtını dayadı. Bu da onu İran’ın işkenceci, gerici yobaz rejimlerinin ortağı haline getirerek günümüzün devrimci hattına kaybettirdi. Bölgesel düzeyde tiranları desteklemesi yürüdüğü yolu yozlaştırdı. Ülkesinde sağladığı halkların birliğini bölgesel ölçekte sağlayamadı ve İran’ın peşine takılarak karşı çıktığı mezhepçiliğe yenildi. Oysa Arap Baharı Nasrallah ve diğer devrimciler için stratejik bir fırsattı. İran’ın hegemonyasından kurutulabilir, kendi özgün-özerk- devrimci halk siyasetini geniş bir alana yayabilirlerdi.
Ortadoğu’da nasıl yaşamalıyız?
Ortadoğu toplumu, tiranlarla emperyaller arasından birisini tercih etmek zorunda bırakılıyor; ikili hegemonya toplumda adeta umut kırımına yol açıyor. Üçüncü bir seçeneğin doğmasına direnç gösteriliyor. Herkesin kendi yolunun, kendi düşüncesinin dışında kalanlara düşmanca davranması krizin aşılmasını zorlaştırıyor, kriz derinleşiyor ve Ortadoğu’da ortak yaşam giderek parçalanıyor. Sofistike şiddet ile halklar bir daha ayağa kalkmayacak şekilde takatsiz bırakılmak isteniliyor; bu şiddet tipi devrimci potansiyeli boğuyor. Şiddetin gereksiz varlığı toplumu klişe devrim fikrine götürüyor, yeniyi görmemizi engelliyor. Kolektif düşünme ve eyleyiş kapasitemiz daralıyor. Bireysellik, milliyetçilik, mezhepçilik ve ırkçılık bu kapasitenin altını oyuyor. Toplum haline, birlik haline gelmiyor, hızlıca saflaşıyoruz.
Ortadoğu toplumları yeni bir durum ile karşı karşıya. Kirli senaryolar havada uçuşuyor. Halklar bir kez daha evlerini, yerini-yurdunu terk ediyor. Musaddık ve Nasır gibi halk kahramanlarından sonra ne Saddam, Esat, Kaddafi gibi tiranlar ne de Arap Baharı sonrası kurulan yönetimler halklara çözüm olamadı. Antikolonyal milliyetçilik, siyasal İslam ve üçüncü dünya sosyalizmi gibi üst ideolojik anlatılar sorunları çözmekte yetersiz kalıyor. Başka bir ufka, yeni bir yola, çoklu düşünmeye ve yeni bir düşünümselliğe ihtiyacımız var. Üçüncü dünya savaşı kapıda ve her zamankinden daha fazla çokluklarla birlikte yaşama aklına ihtiyaç var.
Sonuç olarak yaşanan felaketlerin, kahiri ekseriyetle halkı yalnız bırakmanın, halklaşmamanın; milliyetçiliğe, mezhepçiliğe, dinciliğe teslim olmanın kefareti olduğunu söyleyelim. Çok dinli, çok dilli, çok kültürlü, adeta halkların bahçesi olan Ortadoğu coğrafyasının hakikatine dar bakan her dinamik günün sonunda yenilmeye mahkumdur. Bu nedenle Çokluklar anlaşılmalı, birlikte yaşamayı öğrenmeliyiz. Yoksa İngiliz şairin İkinci Dünya Savaşı’nın başında (1939) söylediği gibi; birbirimizi sevmezsek hepimiz ölürüz.