Kıyasıya acılar, dünya değilse de insanlık tarihine atıflar, kazananlar, kaybedenler ve yan yan gelip duranlar. Her biri kendi hakkını ve sızısını sunuyor birer harita gibi. Hak bir alacak verecek meselesi olduğundan mütevellit artık her şey kayda değer bir imtihan olmaya aday olarak dünyada dolaşıyor. Bazen dünyaya tutunup kendine bir yer buluyor, yaşam uyduruyor, en sonunda da bir çukur bulup oraya gömülüyor.
İnsan ve hayat kendi sınavına çalışkan oldu her zaman, hâlâ da öyle. Ya korkudan ya kokudan peşine düştüğü ne varsa yakınlaştıkça uzaklaşıyor. Belki lanet, belki iltifattır tüm bunlar. Bir yokuş çıkmak gibi, bir yamaçtan yuvarlanmak gibi; nihayetinde bir yer var ve oralara varılacak. Gerçeği olmasa da hayali güzel.
Zaten biz gerçeğe tamah etmekten vazgeçeli dünya ve hayat bir başka türlü geçiyor. Bizim zamanlarımız onların zamanlarına göre ayarlı değil, onların zamanları bizim zamanımızda yer bulamıyor. Biz birbirimizden ayrı bir anda ve aynı bir mekânda varız, bu da dert açan bir keder. Yine de ısrarımız baki çok şükür ve biz yeniden her zaman, her yerde. İsimler, adresler, kıyafetler farklı olabilir, ki bu da tabiatımızdandır. Biliriz; tabiat bize göredir, biz tabiata göre değiliz.
Evvel zaman ve saklı zaman arasında gidip geliyor, kafamız ve vicdanımız kalbimize yön arıyor. Dönmek nedir, çevre ve varmak neresidir diye kendimize sorular sormadan bildiğimiz cevapların kapısına dayanıyoruz. Biliyoruz ki vardığımız yerin sonrası bizimdir, iyidir veya kötüdür; varınca anlayabiliyoruz. Beğenmezsek oradan gider, kendimize bir yer açarız. Bunları bilerek özgürlüğü hayal etmek, kanat takıyor insana; uçmak ya da düşmek, ne fark eder?
Kalkıp gitmek varken, kalıp ayazda, zemheride, zaman ve mekan fark etmeksizin durmakta ısrar edenlerin ahvali bir yerde duruyor. Kalıp dört duvar arasında öfkeyle, sokakta korkuyla, evde telaşla oturmak varken kalkıp gidenlerin ahvali de duruyor sinemizde. Gidenlere, önce her birine, sonra hepsine birer mazeret, birer anlam, birer arayış bulup, kalanlara önce teselliler, sonra telafiler bulacağız. Ağıt olarak sandık, gerçek oldu ve gerekli oldu artık. Gidenler de kalanlar da aynı borcun muhatabıdır, neyse ki.
İmtihanlar ve ihtilaller arasında kaldık ama bizim sözümüzün kıymeti harbiyesi kalmadı. Tedavülden kalkan bir karar ya da bir eylem, adresini kaybetmiş bir aramakla yad ediliyor bu günlerde. Savrulup duran kimdi, durup savrulanları arayanlar neredeydi, bilemiyoruz. İşte böyle bilinmezlikler dünyayı yekpare gösterip paramparça edendir.
Bilene gider, bilinmeyene yine giderdik eskiden. Şimdi adresler birbirinin aynısı ve her şey birer karnaval gibi rengarenk. Ölümün eskiden kalma tek rengi artık her rengin müptelası. Öfkenin bir rengi vardı, tavrı sanılırdı, hüznün bir rengi vardı, alacaklı bilinirdi, mutluluğun bir rengi vardı, herkese bulaşırdı. Tüm bunlar birer masal ya da efsane gibi kitap sayfalarında anlatılan rivayetler oldu artık.
Kavuşmalar özlemlerin sınırlarından ötede, mayınlarla çevrelenmiş bir yerde bekliyor bizi. Vakitler bekliyoruz, geçmişten geleceğe götürecek güleç vakitler. Gelmeli mi getirilmeli mi diye kendimizi sorguya çekerken, sakladığımız sır bizi sınırsız bir yerde mi bırakacak? Bilmiyoruz.
Bilmediklerimizden yaralı, bildiklerimizden yine yaralıyız. Yine demekten, yenilmekten bıkmadan geldik diye hep yenilecek değiliz. Bir şerh konulmuş bu dünya yaşamına. Ona bakıp yürür, dünyayı öyle döndürürüz. Dönmek anlamını halen ararken, durmak manasından düşmüş ve kaybolmuştur artık. Yürüyen döndürüyor, dönsün.
Haftanın kitap önerisi: Ayhan Geçgin, Kenarda / Metis Yayınları