Selahattin Demirtaş’ın Yiğit Bener ile birlikte yazdığı Arafta Düet’ini ilk okuyanlardan biri de ben oldum. Bu arada, kitabın yazarlarınca imzalanmış bir nüshasını bana iletme esnasında emeği geçenlere teşekkür edeyim, unutmadan!
Bizim neslin dünya görüşünün oluşmasında 1960-70’li yıllarda yayınlanan Marx, Engels, Lenin’in Marksist teorik kitapları kadar, dünyaya soldan ve bu yüzden insanlıktan yana bakan yazarların romanları da rol oynamıştır. Örneğin “Yasımı Tutacaksın” isimli bir roman beni çok etkilemişti. Önce bu romanla İspanya İç Savaşı’ndan haberdar olmuştum sanırım. Oysa Rodrigo’nun Gitar Konçertosu’nun yine bu iç savaşı anlattığı-betimlediğini çok daha sonra öğrenecektim.
“Yasımı Tutacaksın” isimli romandan etkilendikten sonra “Kudüs, ey Kudüs” romanına koştum. Bu kez, kitabın isminden de umulacağı gibi, Madrid sokaklarından Kudüs sokaklarına gitmiştik. İsrail kuruluyordu ama nasıl kuruluyordu. Filistin sorununa biraz daha geniş perspektiften bakmıştım.
Söz konusu iki kitabın bir yazar tarafından değil de, iki kişi tarafından -Dominique Lapierre ve Larry Collins- yazılmasına o günlerde pek fazla takılmamış olmalıyım. Ancak kendim bile Temel Demirer ile birlikte bir kitaba imza atmış olsam da, şu iki imzalı eserlere kafam pek basmaz. (Temel ile bizimkisinde bir nevi iş bölümü vardı. Tarih bölümü benden, güncel bölümü ise Temel’dendi.)
Bilimsel ya da teorik konulara birden fazla yazarın imza atması belki olabilir ama romanın birden fazla kişi tarafından yazılması bana yabancı bir konu. Ancak biri Fransız, diğeri Amerikan olan Dominique Lapierre ve Larry Collins, bunu çok güzel başardılar. Yazdıkları romanlar milyonlarca nüsha satıldı. Romanlarından filme alınanlar oldu. İki gazeteci-yazarın iş birliği müthiş ürünler verdi.
Yani Demirtaş’ın son kitabını değerlendirirken, iki yazar tarafından yazıldığını fazla abartmamak gerek. Evet, birbirini ziyaret edip, görüş alışverişi yapamayan iki yazar tarafından yazılması -herhalde- dünyada bir ilk olmalı. Bu arada, bir yazarın yazmaya başlayıp, bir diğerinin romanı devam ettirmesi şeklindeki deneme de ilk kez yapılmadı. Gelin bunları aşalım ve kitabı başka yönden ele alalım:
İster içeride olun, isterseniz dışarıda savaş ortamında roman yazmak çok zor. Savaşın koşulları ve hatta kendisiyle hesaplaşmak, savaş devam ederken epey zor bir zanaat. Evet, bir savaş hele de çok büyük bir savaş ortamı üzerine roman yazmak çok kolay. Her iki dünya savaşının arka planını ele alan romanların sayısı kaç bin olmuştur acaba? Ama neredeyse tümü savaş sonrasında kaleme alındı.
İsimlerini burada saymaya gerek yok. Ülkemizde 40 yıldır yaşanmakta olan düşük yoğunluklu savaşta şu ya da bu düzeyde yer almış kimi mahpuslar, o denli genç yaşlarına rağmen, çok ünlü yazarlara taş çıkartan romanlar yazdılar ve haklı olarak ülkemizde ve hatta dünyada ün kazandılar. Ama söz konusu savaş devam ederken; o döneme, o koşullara ait bir romanın eksik olacağını düşünenlerdenim.
Çünkü savaş sonrası yapılan-yapılması gereken nihai hesaplaşmalar, analizler henüz yapılmamıştır. Örneğin şimdi yazılan romanlarda, hep kahramanlar ve kahramanlıklar var. Kimi küçük hain figürler olsa da, en üst düzeyde yapılmış ya da yapıldığı düşünülen siyasi hatalar yok. Olamaz da, henüz finale erişmemiş, bir barış ile sona ermemiş bir savaşın nihai kritiği yapılamaz; zaten haksızlık olur bu.
Selahattin Demirtaş’a gelince: Kendisinin kaleme aldığı eserlerin hepsini okudum galiba. (Çok fazla reklamı yapılan bir kitap, film ve benzeri bir kültür ürününden uzak durmaya çalışırım. Bir roman ya da şiir, beş-on yıl sonra da okunabiliyorsa, kalıcı ve gerçek eserdir benim için) Okuduğum her eseri, bir önceki eserini aşan bir niteliğe sahip. Romanların kurgusu daha sağlam, değerlendirebildiğim kadarıyla(!) Son kitapta da akış hiç aksamıyor, iki ayrı yazarın yarattığı karakterlerde çelişki yok. Kitabı yayınlayan Dipnot Yayınevi’nin editöryal katkısı da fena değil. Valla galiba sadece tek bir tashih hatası yakaladım mesela!
Bu arada, kitabın eşyazarı Yiğit Bener’i son birkaç yıldır tanıyorum-tanıyoruz. Onu bir tanıdık, pir tanıdık! Artı TV’de yaptığı programlarının tadı damağımızda kaldı doğrusu. Şair, yazar ve ressamlardan oluşan bir aile ortamında büyümesi, yaşamında Paris’in büyük bir yeri olması sahip olduğu entelektüel birikiminde çok ama çok büyük rol oynamış olmalı. Örneğin çevirdiği kitaplar arasında bulunan Louis Ferdinand Cêline’in “Gecenin Sonuna Yolculuk” eserinden haberi olmayan kişinin hayatında büyük bir eksiklik vardır bence. Haydi bu güzel yaşam hikayesinden bir de kendime pay çıkarayım: Yiğit Bener de, benim gibi Ankara Tıp Fakültesi’ni yarıda bıraktı:)
Şöyle bir şey hayal ediyorum; Yirmi-otuz yıl sonra, belki de daha fazla bir zaman sonra, Selahattin Demirtaş’ın bir eseri filme çekilmiş ve filmin galası yapılıyor. Sunucu Selahattin Demirtaş’ın eserlerini uzun uzun anlatıyor. Hangilerinin filme çekildiğini, hangi eserlerinin hangi yarışmalarda ödül aldığını falan uzun uzun anlattıktan sonra sözlerini şöyle tamamlıyor: Sayın Demirtaş, bir dönem de HDP isimli bir partide aktif siyaset yapmıştı…
Böylesi bir sunum, bir roman yazarı olarak Demirtaş’ın bir dönem çok başarılı olduğu-sevildiği bir dönemi bile epeyce unutturabilecek kadar başarılı olduğunu gösterirken, HDP eski eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın siyaseti tamamen bırakmasını asla istemeyen önemli bir kitle söz konusu. Siyasetçi Demirtaş’ın romanları ise değerlendirme tartısına hep herhangi bir yazardan çok, siyasetine yönelik umutlu beklentiler ya da kendisine karşıt siyasi çizgide olmak üzerinden çıkacak sanırım.