Kimi popüler filmlerin en gerilimli anında bazen karakter sokağa çıkar ve koca şehri tamamen boşalmış bulur; sokaklar ıssızlaşmış, meydanlardan el ayak çekilmiştir. Gizemli bir felaket yaşanmış, koskoca şehir insansız kalmıştır. Çoğunlukla bunun karakterin gördüğü bir kâbus olduğu ortaya çıkar sonra. Peki şehir yok olup insanlar şehirsiz kaldığında ne olur? Bunun filmi hiç yapılmış mıdır? Depremden enkaza dönen şehirlerde bu kâbus yaşanıyor iki aydır. Yitirdikleri yakınları bir tarafa, ansızın şehrini kaybeden, mahallesiz, sokaksız, evsiz kalan insanlar görüyorsunuz burada. Ve anlıyorsunuz ki, şehirlerin insansız kalmasından daha korkuncu insanların şehirsiz kalmasıymış.
Ne yazık ki uzun süreceği belli bu karabasanın en acımasız tarafı, onu yaşayanların -ki 13 milyon kişiden bahsediyoruz- çığlıkları duyulmasın diye ortam gürültüsünün hayli yüksek tutulması. Bir senaryo olsaydı bu, yazar türün suyunu çıkarmış, tüm gerilim klişelerini kullanmış diyeceğiz. Ülke hızlıca kendi olağan/yapay gündemine dönmüş, seccade gibi mühim tartışmalara dalmışken, depremden başka gündemi olmayan milyonlarca insanın bir avuç gönüllüyle baş başa kalması, geçirdikleri travmalar silsilesini anlayacak, dinleyecek kimseyi bulamaması; belki de asıl kâbus bu.
Bir aydan fazla bir zamandır, Mavi Kuş dayanışması adı altında Antakya’nın köy ve mahallelerinde çocuklarla buluşuyoruz. Gelirken ne kadar hazırlık yapmış, travma sonrası çocuklarla çalışmaya dair makale okumuş, eğitime katılmış olsanız da, bunların mutlak faydasına rağmen, asıl dersleri sahada çalışırken alıyorsunuz. Her gün yeni şeyler öğreniyor, onlarca dramatik hikâye dinliyorsunuz. En önemlisi, memleketin delibozuk gündemi ile bu bölgenin uzun süre değişmeyecek yakıcı gündemi arasındaki uçurumu daha net görüyorsunuz.
Psikososyal destek niyetine her türden sanat etkinliği yaparken, arada fırsat buldukça kısa filmler göstermeye ve çocuklarla bunlar üzerine sohbet etmeye çalışıyoruz. Bir dostumuzun tetikleyici sahneler içermediğinden emin olmak için dikkatle izleyip seçtiği animasyonlar aracılığıyla çocukları stop-motion tekniğinin yaratıcı örnekleriyle tanıştırmayı ve belki benzer işler yapmaya teşvik etmeyi seviyoruz. Büyüklerin ilgisini çekiyor, alt yaş grubundakiler ise kimi zaman dayanamayıp “çizgi film” istiyor, o zaman onlara gerçek bir “çizgi” filmden, meşhur İtalyan animasyon serisi “La Linea”dan (Bay Meraklı) bölümler gösterdiğimiz oluyor. Çadırkentteki bir gösterim sırasında, çocuklardan biri “Tom ve Jerrry” istiyor. “Onu zaten evde televizyonda izlersiniz, oysa bunları başka yerde bulamazsınız” diyorum ve daha devirdiğim çamın farkına varıp “Hay dilimi eşek arısı…” diyemeden o tokat gibi cevabı alıyorum: “Ama evimiz yıkıldı!”
Başka bir zaman başka bir yerde, ekipten psikolog bir arkadaşın, “Korkularını kimseye anlatıyor musun, mesela yakınlarınla, kuzenlerinle konuşuyor musun?” sorusuna karşılık bir çocuk, “Kuzen mi kaldı?” diye fısıldıyor, bu tepki karşısında kalakalıyoruz.
Ebeveyn ve akraba kaybı gibi ağır travmaları geçtik, kendini güvende hissedeceği bir evi dahi olmayan, ekonomik krizin üstüne ailesiyle birlikte daha da yoksullaşan, doğru dürüst beslenemeyen, okulundan aylardır uzak kalmış ve daha uzun süre kalacak olan milyonlarca çocuğa bu ülke nasıl bir gelecek vaat ediyor sahi? Bundan âlâ gündem olabilir mi? Devlet, depremden bu yana ne sunduysa belli ki uzun vadede daha beterini vaat edecek. Bu soruyu gündemine dahi almadan, felaket kapitalizminin kitabına uygun ve kendi meşrebine yakışır bir “şok terapisi” uygulayacak. Buna karşı vereceğimiz direnç ise, “ülke” diye sahiplendiğimiz şeyin devletten ibaret olup olmadığını gösterecek.
Gazeteye yolladığım bir önceki ‘mektup’u, arkasının geleceğini ve seriye dönüşeceğini umarak numaralandırmışım. Heyhat, üstünden beş hafta geçmiş. Bazen anlatacak şeyler ne kadar çoksa, onları mektuplara dökmeye o kadar az takati oluyormuş insanın. Ama işte o tanıklıkların sırtınıza yüklediği bir yük de var; başkasına aktarılmayı bekleyen hikâyelerin yükü. O sebeple, belki üç belki beş hafta sonra, yeni bir mektupta buluşmak umuduyla.