Çadırları henüz yeni gelmiş, komşu evin bahçesine kurulmuş, içine öteberi yerleştiriliyor. Depremden bugüne, yani 25 gündür evlerinde yatıp kalkmışlar. Defne’de Harbiye’nin çeperlerinde bir mahalledeyiz, evler genelde iki katlı, hepsi geniş bahçeler içinde.
Kahve ikram etmek için ısrarla evin içine davet ediyor ev sahibi yaşlı çift. Tedirgin gözlerle dış duvarlara bakıyorum, ufak tefek çatlaklar var, fakat dediklerine göre sütunlar sağlam. Henüz hasar tespiti yapılmamış, yine de kaygısız hallerine güvenip arka bahçeye bakan salona geçiyoruz. Diğer aile üyeleri de aramıza katılıyor. Gözüm bir süre daha duvar ve sütunlarda geziniyor: Neyse ki bahçe kapısı açık. Derken sehpanın üstündeki çocuk resmini fark ediyorum. Ecnebilerin ‘small talk’ dediği türden bir muhabbet açmak niyetiyle, biraz da baba olmanın tetiklediği bir ilgiyle, “Evde bir ufaklık var galiba?” diyorum resmi işaret ederek. Ahh, nasıl bir yaraya tuz basmışım meğer!
Kafamda çocuğun muhtemel annesi olarak kurguladığım genç kadın öğretmenmiş, adı Aliye, buruk bir sesle açıklıyor: “Eski bir öğrencimin yaptığı resim. Depremde kaybettik maalesef. Az önce okula uğradım, resmini dolaptan bulup getirdim.”
Sekiz yaşındaymış Selin… Hayalindeki evin resmini yapmış; her duvarı ayrı renge boyamış, etrafına bir tahta çit, sağına soluna birer ağaç, önüne kır çiçekleri, gökyüzüne kırlangıçlar kondurmuş. Büyümeye fırsat bulamadan, hayalindeki eve hiç benzemeyen bir apartman katında beton altında can vereceğini nereden bilsin?
O anda kahveler geliyor, Selin’in hikâyesi silikleşerek her gün dinlediğimiz onlarca dramın arasına karışıyor. Ev sahibi, çeşit çeşit lokumların özenle dizili olduğu tabağı dolaştırıyor, tadına ve ısrara dayanamayıp ikinci, sonra üçüncü lokumu da yiyoruz kahvenin yanında. Gayet olağan bir misafir ağırlama ritüeli işliyor, hayat adeta ‘devam ediyor’ bir saatliğine. Antakya’da bu zamanda çok tuhaf, çok yabancı bir durum. Gülerek sohbet etmeyi, traji-komik anekdotlar dinlemeyi, espriler yapmayı yeniden öğreniyor gibiyiz. Arada bir gözüm Selin’in tam önümüzde duran evine kayıyor.
İzin isteyip resmin fotoğrafını çekince sohbet yine oraya geliyor, hikâyeye yeni ayrıntılar ekleniyor. Uzun süre Aliye Öğretmen’e komşularmış. Sonra ebeveynler boşanınca, anne iki kızıyla şehre taşınmış, bir apartman dairesine yerleşmiş. 6 Şubat’taki depremde bir tek onların katı çökmüş; küçük Selin, annesi ve ablası beton altında kalmış. Binadaki diğer sakinlerin hepsi kurtulmuş…
Sonra aninden kafama dank ediyor, boğazım düğüm düğüm oluyor: Ben bu hikâyeyi biliyordum. Depremin ilk günü aile grubumuza düşen kötü haberlerden biriydi, köyden çocukluk arkadaşım kızını ve iki torununu kaybetmişti. Eski arkadaşımın halini gözümün önüme getirmeye çalışmıştım; ölenleri tanımıyordum, adlarını da bilmiyordum. Birkaç gün sonra anne ile kızlarının fotoğrafı önüme düşünce hıçkırarak ağlamıştım. Uzun zaman önce başka yerlere göç ettiğim için çocukluk arkadaşımla bir ömürdür görüşmemiştim. Torun sahibi olduğundan da haberim yoktu, görüşmüş olsaydık muhtemelen bu bilgi karşısında hayrete düşer, ona laf sokardım.
Önümdeki resmi çizen çocuk, meğer benim çocukken birlikte koşturduğum çocuğun çocuğunun iki çocuğundan biriymiş. Deprem, bu cümledeki son üç çocuğu yok etmişti işte. Yaşam zincirimizden kocaman bir halka kopmuştu.
Vedalaşıp çıkıyoruz. Göğsümüzde, hangi eve girseniz böyle bir hikâyeyle çıkacağınızı bilmenin dayanılmaz ağırlığı.