dünyanın her yerinde karakolların, cezaevlerinin kapıları annelerle, babalarla, kardeşlerle dolu. hastanelerin de. çünkü insan dara düştüğünde, herkes ona sırtını bile dönse ailesi yanında oluyor. aile; en köklü sayılan çünkü biyolojik temelleri olan bağ. inkâr edilemez, kopartılamaz bir ilişki.
gerçi her zaman dayanışma anlamına gelmeyebiliyor. lisedeyken, ilk gözaltına alındığımda, en büyük korkum ailemin olaydan haberdar olmasıydı ve nitekim muhtarlıktan bir belge almaya gittiğimde rastladığım komşunun zevzekliği yüzünden korktuğum başıma geldi ve eve giriş çıkış saatleriyle ilgili ciddi bir mücadele vermek zorunda kaldım. anne babamız bizi herkesten çok sevip koruyor. bu, kendimizden, kendi kararlarımızdan korumak yani gündelik hayatımızda baskı anlamına gelebiliyor. özellikle de kadınlar için.
ama aile içinde yaşanan şiddet biçimlerini düşündüğümüzde bu devede kulak. koca şiddetine hiç girmiyorum ama çocuklara yönelik istismarın önemli bir kısmı, hepimizin bildiği gibi aile içinde yaşanıyor.
bu biraz da aileye atfettiğimiz şeylerle ilgili. yaşı büyük olanlara itiraz etmenin, onların kararlarına karşı çıkmanın zor olması, yani ‘büyüklere saygı’ dediğimiz şey, aslında çocukları ve kadınları onların insafına terk etmek demek. onlar da her zaman pek öyle insaflı olmuyor.
illa şiddetten, cinsel istismardan söz etmiyorum. hepimiz kendi hayatımızdan ailenin sevgiden ibaret olmadığını biliyoruz. her kadın, annesinin yargılayıcı bakışlarından, babasının sessiz otoritesinden kurtulup, bunu da koca otoritesinin altına girmeden yapabildiğinde derin ve taze bir nefes alır. çoğumuz, özellikle gençlik yıllarında özgürlük diye bir derdi olup da ailesiyle çatışma yaşamış olanlarımız, annemizle ve babamızla büyüdükten sonra barıştığımızı, onları gerçekten sevdiğimizi, gerçek duygularımızı ve dertlerimizi paylaşabildiğimizi görmüşüzdür. çünkü artık bizi bağlayan aile kurumunun dayatmaları değil, birbirini ömrü boyunca tanımış olan, hatalarıyla da sevebilen insanların ilişkisidir. yani aile fertlerimizle de ailenin dışında çıktığımızda gerçekten yakınlaşabiliyoruz. lise çağında, belki en ihtiyacımız olan zamanda, aşk acımızı paylaşamadığımız annemiz, kendi ayaklarımızın üzerinde durduğumuz bir çağda gönül yaramıza ortak olabilir, bizi şefkatiyle sarmalayabilir.
işin anahtarı bağımsızlık, güçlenmek. ama konu burada bitmiyor. birbirinden farklı bir sürü mesele güncel mesele var. örneğin göç, aileleri sadece fiziki olarak birbirinden koparmıyor, aynı zamanda farklı kuşakları birbirlerinden kopuk hayatların içine savuruyor. yaşlıların bakımı konusunu üstlenecek sosyal devletin yokluğu, onların birbirlerinden yalıtılmış bir ortamda ve kendilerini evlatların, torunların sırtında yük gibi hissederek, bazen de gerçekten yük olarak, otoriteleri, huysuzluklarıyla bunu pekiştirerek yaşamalarına sebep oluyor. tabii yaşlıların az da olsa var olan gelirlerine el konulup kendilerine de kötü muamele edilmesi gibi vakalar da var. yani, örneğin gelinlerin çektiği cefa üzerinde yükselen gelenek hayırlı değil ama o çürüyerek çözülürken başka insanlıkdışı durumlar da ortaya çıkabiliyor.
peki ne yapabiliriz?
böyle attım tuttum ama benim de elimde sihirli bir formül yok, tabii. kısa ve uzun vadeli önerilerim var ancak. aile sebebiyle yaşadığımız sorunları çözerken, özgürlükçü dinamikleri seçmek, ailedeki başka kadınların emeklerini, tercihlerini dikkate almak doğru bence. bu yazıyı okuyan babaları kızdırma pahasına yazacağım, otorite karşısında yalana başvurmak haktır, kendisine yalan söylenmeyecek ilişkiyi kurmak otorite sahibi olanın sorumluluğudur.
bu işin kişisel yanı. toplumsal olarak aklıma üç adım geliyor. kadınların yalnız yaşamasını kolaylaştıracak kamusal destekler; yaşlıların bakımı gibi işleri kamunun üstlenmesi, çocukların aile içindeki güvenliğini kamunun koruması. kamuyu devletin yanı sıra farklı toplumsal ilişkileri de içeren bir bütünlüğü tanımlamak için, ve aynı zamanda bir baskı aracı olarak devletin olmaması ama toplumun ihtiyacı olan hizmetlerin merkezi olarak örgütlenmesi anlamında kullanıyorum.