Gazeteci Gökçer Tahincioğlu, Ankara’nın son yıllarda yasaklarla anılan bir şehir haline geldiğine dikkat çekerek, yaratılan bu korku ikliminin bürokrasiden yargıya, siyasetten sokağa kadar her alana yansıdığının altını çiziyor.
Sedat Yılmaz / Diyarbakır-MA
“Yeni Türkiye”yi değerlendiren deneyimli gazeteci Gökçer Tahincioğlu, sokaktan sanata, yargıdan bürokrasiye yayılan bir korku ikliminin Ankara’ya hakim olduğu görüşünde. Tahincioğlu, yeni bir “çözüm süreci” konusunda ise, “Mevcut siyasi denklem bütünüyle müzakere ve diyalog yöntemlerinin dışlanmasından yana, kısa vadede mümkün değil” diyor. 22 Yıllardır Ankara’yı yakından takip eden Tahincioğlu MA’nın sorularını yanıtladı.
Türkiye’nin değişim ve dönüşüm sürecinde Ankara belirleyici. Mesela sokaktan başlarsak, gözlemlerine göre nasıl bir değişim var?
Sadece Ankara değil ama özellikle Ankara özelinde uzun zamandır sokakları umutsuz görüyorum. Öncelikle genel atmosfere bakarsak geçinme telaşı bütün diğer duyguların önüne geçmiş durumda. Ankara’da özellikle CHP’nin uzun yıllardır yönettiği belediyelere baktığımızda ise referandum ve Cumhurbaşkanlığı seçimi-genel seçim sürecinden kaynaklı bariz bir kızgınlık var. Hala “yerel seçimde ne olursa olsun” diyen geniş bir kitle var. Ve büyük bir bölümü hem 24 Haziran seçiminin akşamında yaşananlara, hem de sonrasındaki parti içi iktidar mücadelesine kızgın. İktidar açısından bakılırsa belki de ilk kez halkta geçim sıkıntısının verdiği bir yorgunluk gözüküyor. Ancak yine de muhalefet diri bir alternatif olarak durmuyor. Sokaklara, hak talebi, demokratik tepki boyutuyla bakarsak, Ankara uzun zamandır yasaklarla anılan bir şehir. Attığınız küçük bir adımın çok devasa sonuçlar üretmesi, insanları tepkisizliğe itiyor. Bu da insanların taleplerini en doğrudan iletebildikleri yöntemleri etkisiz kılıyor.
Ankara’nın koridorları tarif edildiğinde soğuk, buz gibi denilirdi. Tabi buna itiraz ve rahatsızlık üzerinden gelen bir siyasal iktidar var. ‘Yeni Türkiye’nin o koridorlara yansımasını nasıl görüyorsun?
Ankara’da gazetecilik yapanlar, doğal olarak devletin merkezinde, devlet kurumlarıyla iç içe çalışırlar. Bürokrasiye hâkim olmanız gerekir. Bu soruya iki ayrı yanıt verilebilir. Bir; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden kaynaklı ne yapacağını bilememe halini çok fazla gözlemliyorsunuz. Eskiden siyasetçi “bizim ayağımıza bürokrasi takılıyor” derdi. Şimdi ise bürokrasiden yana sorumluluk almama halinden kaynaklı bir şikayet var.
Yanlış olduğunu görüyor ve bunun altına imza atmaktan kaçınma halini mi kast ediyorsun?
Bu da olabilir ama daha vahimi, ürkme hali. Bir basit işlem, yoldaki çukur kapatılacak misal, bunda bile bir geri durma halini görebiliyorsunuz. En basiti gazeteciler, STK’lerle olan iletişimi çok aza inmiş durumda. Çünkü kimse nerede ne kadar kalacağını, hangi kurumun hangi görevi yaptığını, ertesi gün nerede olacağını çok fazla bilmiyor. Kurumların yapısı en baştan değiştirildi, bir yerlere bağlandı. Bürokrasinin buna çok ayak uydurduğunu söyleyemeyiz. Bu yüzden siyasetin gözüne bakarak çalışan bir yapı var.
İkinci olarak; hükümet sisteminden bağımsız, Türkiye’de son 10 yıllık süreçte başka bir ülkenin yüz yılda yaşayabileceği nitelikte olaylar yaşadık. Buna darbe girişimi, çözüm süreci, çözüm sürecinin bitirilmesi, Ergenekon süreci dâhil. Herbiri o ülkenin yeni baştan tarif edilmesi, yeni baştan bazı kurumlarının ele alınması gerektiğini ortaya koyacak nitelikte olaylar. Bu kadar sarsıntılı dönemden geçtikten sonra bir endişe çok fazla gözlemleniyor. OHAL dönemi, KHK’ler… Cemaat mensubu veya aktif bir şekilde 15 Temmuz’da rol alanlar kendisini biliyordur. Belki sürece hazırlıklıdır ama onun dışında arkadaşının jurnallemesiyle, bir başkasının bir şeyler yapmasıyla kendinizi KHK’lerde bulabiliyordunuz, şimdi de soruşturulur halde buluyorsunuz. O süreçte şöyle bir eğilim baş gösterdi; Hakkınızda bir ihbar var, ben o ihbarı saçma bile bulsam ve bakmazsam, buna savcısı da, x bakanlıktaki müfettişi de dâhil, bakmazsam ben o şekilde suçlanabilirim gibi bir korku zinciri oluştu. Bu endişe zinciri nedeniyle de siyasete göre yanlış adımı atmaktan korkan bir bürokratik yapı ortaya çıktı.
Bu durum yargıya yansıyor mu?
Benim kişisel gözlemim, en tedirgin kesimlerden birisinin adliye olduğu noktasında. Hâkim ve savcıların iki ayrı travması var. Bir, yıllardır yan yana çalıştıkları ve en etkili pozisyonlarda olan insanlar 15 Temmuz darbe girişimi nedeniyle ya tutuklandılar ya ağır cezalara mahkûm edildiler. 4 bine yakın hâkim ve savcı ihraç edildi. Bu o dönemde neredeyse yargı teşkilatının 3’te biridir. Ergenekon, Balyoz, o insanların hayatına mal olan icraatları yapan hâkim ve savcıların büyük bölümü kaçıp gittiler. Ama başka bir kesim daha var. Suskunluk sarmalı dediğimiz yapı oluştu: Uyum sağlamak. “Bunu yapmazsam bana ne derler” şeklinde bir korku atmosferinin hâkim olduğunu düşünüyorum. Bu nasıl kırılır, muhtemelen çok kolay değil.
T24’te yüzleşme adıyla dosya dosya gittiğin bir bellek çalışması var. Biraz o çalışmayı anlatır mısın?
Yüzleşebilmek için, bazı temel ilerlemeleri sağlayabilmek için hafızayı çok diri tutmamız gerekiyor. Bu yüzden bellek çalışmalarını eskiden beri çok önemserim. Türkiye’de bellek çalıştığınızda yine bugüne uzanıyor ve güncel aslında hadise. O olaylarla ilgili dosyalar açık kalmış, cezasız bırakılmış ve cezasız bırakılması için olmadık yöntemler denendiği için bu güne kadar uzanmış. Sürekli konjonktüre göre hareket eden fakat insan hakları odaklı dosyalar söz konusu olduğunda ezberini katiyen bozmayan ve konjonktüre göre daha da her şeyi daha ağır uygulayan bir yargı yapısı var. Tüm dönemlerde devam eden bir cezasızlık pratiği var. Failin bir devlet görevlisi olduğu, failin devletin anlayışı nedeniyle oluştuğu olaylarda, devletin emniyet güçlerinin ve yargının pratiği maalesef değişmiyor.
Her siyasetçiden duyduk şu ‘Ankara dehlizlerinde kaybolmayacak’ söylemini. Ne oldu Susurluk, Roboski, 28 Şubat, Cumartesi Anneleri’nin peşinde olduğu her bir dava? Ankara’nın dehlizlerine ne oldu?
Dehlizlerde kaybolmaz, orada bir yerde durur. Durması istenir. Günü geldiğinde belki o dosyalar farklı bir biçimde açılır. Günü gelmediğinde unutulmuş gibi yapılır. Aslında Ankara dehlizlerinde kaybolma lafının ortaya çıkışı da cezasızlık politikasının devlet tarafından kabulüdür. O lafın taşıdığı espri bir tarafa, bütün o süreçlerin bilinçsizce, yargısal hatalarla, yargısal değerlendirme hatalarıyla oluşmadığını herhalde siyaset de, devlet de, yargı da, emniyet de biliyor. Zaten cezasızlık dediğimiz şeyin özü bu. Devlet görevlilerinin faili olduğu herhangi bir vakada bir cezalandırma yoluna gidilmesinin, devletin elini zayıflatacağına yönelik yanlış algı, bütün iktidarlar döneminde olduğu gibi bu dönemde de kazandı.
Bunca şeye rağmen, yüzleşmeye inanıyor musun?
Çok güzel bir soru. Olması gerektiğini düşünüyorum ama hiç olmadı. Bırak insanlar arasında hakikat üzerine bir yüzleşme yaşanmasını, insanların kendileri ile bile yüzleşmediğini düşünüyorum. Çok zor bir mesele, bu nedenle birçok sorunu halledemiyoruz.
Kürt sorununda bu günlerde yeni bir ‘çözüm süreci mi var’ yönünde fısıltılar dolaştırılıyor. Sizin gözleminiz nedir bu konuda?
Çok doğrudan bir yanıt vermek mümkün değil. Hiçbir şey yoktan var olmuyor, varken de yok olmuyor. Yok dediğinde de bir şey yok hale gelmiyor. Bir kere daha boyutlanmış bir mesele var, Türkiye’nin önünde. Suriye ve İran boyutu var. Denklemler, içerisindeki aktörler fazlalaşmış. Ama Ankara’nın genel eğiliminden gördüğümüz ve anlaşılan hem Oslo Süreci hem de 2015’te biten Çözüm Süreci yöntemlerinin denenme eğiliminin olmadığı. Mümkün olduğunca güvenlikçi politikalarla işte örgütü minimize etme ve onun siyasi uzantısı olarak gördüğü HDP’yi bütünüyle yok sayma, mümkünse sorunu biraz zamana yayarak, bu aktörleri devre dışı bırakarak, toplumu dönüştürerek çözme gibi genel bir düşünce var. Suriye’deki gelişmelerle, uluslararası konjonktürle bağlantılı bir tavır bu. Ankara da bunu görüyor. Benim gözlemlediğim, bu hatta uzunca bir süre gidileceği. Benzer yöntemlerin deneneceği yorumları var. Ama bunu güncel siyasetle birlikte düşünmek gerekir. Mevcut siyasi denklem bir kere bütünüyle müzakere ve diyalog yöntemlerinin dışlanmasından yana olan bir iktidar yapısını zorunlu kılmış durumda. Bu durum sürdüğü müddetçe belli ki farklı hareket edilmeyecek. İkincisi zorunluluk yok, zaten çözüm sürecinin bittiği aşamaya bakarsak, MHP’nin hiç denklemde olmadığı bir siyasi harita varken ortada, bundan vazgeçildi. Nedenleri tartışılabilir ama bu yöntemin işlemediği, siyaseten de iktidarın kendisine zarar verdiği ve mümkün olmayacağı, üstüne bir de Suriye’deki atmosferin beka sorunu yarattığı gibi gerekçelerle karara varıldı. Buradan dönülmesinin çok mümkün olmadığını düşünüyorum açıkçası. Orta ve uzun vadede Suriye’de olup bitenler belirleyici olur inancındayım. Örgütün minimize edilmesi, HDP’nin siyasi denklemden çıkarılması sonrasında farklı kanallarla farklı aktörleri muhatap alarak bir diyalog atmosferi oluşabilir mi gibi bir düşünce de alttan alta konuşuluyor.
Mümkün mü?
Çok uzağa gitmeye gerek yok. Yakında bir belediye seçimi olacak. Bunun sonucu bize ‘bu mümkün mü’ sorusunun yanıtını verir. Ya da işte medyada sıfır yer alan HDP’nin barajı her şeye rağmen geçmesi ve benzer bir sayıyla Meclis’te yer alması. İçlerinde cezaevinden çıkarak Meclis’e giden, Meclis’teyken tekrar cezaevine girenler dahi var. Bize bununla ilgili bir fikir verir. Halkın içerisinde belli bir kesim bu işin muhatabının bu partinin olması gerektiğini düşünüyor. Onun için ideolojik bir çerçeveyle değil, gerçekten sandığa bakarak bunun yanıtını bulmak mümkün gibi geliyor. Ama Ankara’nın da planlarını bu kadar yakın bir zamana göre yapmadığını düşünüyorum.
Tek seslilik kimseye fayda getirmez
Ankara’nın deneyimli çok gazetecisi vardı, bir kısmı işsiz kaldı. Ne yapıyorlar şimdi?
Aslında mecra arıyorlar. Gazetecinin gücü çarşının kalabalık olmasından geçer. Ben sözümü orada söylemezsem, burada söylerim der. Diğer kurumların varlığı gazeteciler için mühimdir. Şimdi neredeyse hiç “diğer” kurum kalmadı. Muhabir ve haberin değersiz hale getirildiği bir ortam oluşturuldu. Halihazırda sermaye olarak güçlü mecralarda çalışan çok kıymetli arkadaşlar büyük emek sarf ediyorlar. İki satır haberi gazetelere sokmak için çok büyük emek sarf ettiklerini biliyorum. Bir öyle arkadaşlarımız var o emeği gösteren ve mutsuz olan. Bir de artık hiç mecra bulamayanlar var. En küçük bir yazma fırsatını bile kullanarak, çalışmaya gayret ediyorlar. Ama sonuç olarak bu tek seslilik, sadece istenilen seslerin duyulmasını arzu eden hal, kimseye fayda getirmez. En büyük zararı bu süreçte gazeteciler gördü ama gazetecileri patronlarla, medya sermaye iktidar ilişkileri ile tarif etmek çok doğru değil. Yani basın emekçisi dediğimiz insanlar, evet bu meslekten geçinen ama dertleri gerçekten hakikat arayışı olan insanlar. Her iktidar döneminde de bu arayışlarını sürdürdüler. Sende çok iyi biliyorsun. O insanların seslerini duyurabilecek mecraları olabildiğince arttırmak bu ülkeye kazandırır.