Milliyetçiler için buradaki ana kaygı, Katar sermayesinden sonra şimdi de BAE sermayesinin Türkiye topraklarını ve kamuya ait altyapı ve savunma tesislerini satın alacak olmasıdır. Bu, demokratik güçler açısından da geçerli bir kaygıdır
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), küçük fakat etkili bir ülke. Nüfusu ve yüzölçümü ile toplamda Ankara ilinden daha büyük olmayan bir bölge söz konusu. Etkisi açısından da Ankara ile kıyaslanabilir. Ankara nasıl kendi il sınırlarının çok ötesinde geniş bir bölge üzerinde egemen ise ve kendi nüfusundan kat be kat fazlası üzerinde nüfuz sahibi ise, BAE için de benzer bir durum söz konusu. Ankara’nın ulusal bir güç olarak etkisi ile BAE’nin Ortadoğu’da bir bölgesel güç olarak nüfuzu böyle karşılaştırılabilir.
BAE’nin gücü, yalnızca petrol zengini oluşundan kaynaklanmıyor. Daha da çok, Suudi Arabistan’ın bölgesel ve genel olarak uluslararası işlerinin yürütme organı olarak işleyişi önemli. Örneğin 2018 Ekim ayında İstanbul’da Suudi Arabistan Başkonsolosluğu binasında işlenen Cemal Kaşıkçı cinayeti ile ilgili Türkiye’de toplam iki kişi tutuklandı. Her ikisi de Suudi değil BAE vatandaşıydı. Birinin cezaevinde intihar ettiği iddia ediliyor. Karanlık işler… Ama daha açık olan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Türkiye ile girilen rekabette görünür rakibin hep BAE oluşu. Libya’dan Mısır’a ve Somali’ye hatta Suriye’ye ve Ankara’ya kadar durum böyle. Öyle ki, 15 Temmuz darbesinin ardındaki güçler olarak Suudi Arabistan hiç telaffuz edilmezken BAE bağlantısı devlet yetkilileri tarafından da açıkça ifade ediliyor.
Yalnızca Erdoğan Türkiyesi ile rekabet değil, İran başta olmak üzere Ortadoğu’daki birçok bölgesel rekabet ve çatışma hattında BAE, sahnede görünen aktör konumunda. Bu durum, devlet yapısını da belirlemiş görünüyor. Ortadoğu devletlerinin çoğu, soğuk savaş döneminde Baas rejimleri altında yapılanırken BAE, İngiltere himayesi altında farklı bir istihbarat ve güvenlik devleti oluşturmuş. Küçük fakat etkili.
Erdoğan Türkiyesi, Arap Baharı’nı ve Davutoğlu doktrinini arkasına alarak İslam halifeliği macerasına soyundu. Arap coğrafyasına yayılmış Müslüman Kardeşler örgütü en güvendiği silahıydı. Bu hamle, kaçınılmaz olarak Suudi Arabistan’ın de facto liderliği ile çatışmak durumundaydı. ABD’de Donald Trump’ın kendi ülkesi kadar dünya dengelerini de bozma oyunu ve Katar sermayesinin desteği Türkiye’yi bir süre ayakta tuttu. Ama bu dengeler Trump sonrası ABD tarafından bozuldu. Ortadoğu’da kendi müttefikleri arasında bir çatışma istemeyen Biden yönetimi, Ortadoğu’da eski statüko temelinde bir pax americana hedefliyor. Bu durumda Erdoğan’ın halifelik hevesi de rafa kaldırılmış bulunuyor. Karşılığında, eski düşman BAE yönetimi Türkiye’nin ekonomisini iflastan kurtaracak bir petro-dolar enjeksiyonu gerçekleştirecek. Öte yandan, Erdoğan yönetimi altında mükemmeliyet seviyesine ulaştığı anlaşılan narko-devlet yapısının teşhiriyle bir süredir gündemi sarsmakta olan Sedat Peker’in karartılması, yeni ittifakın ilk meyvesi olarak göze çarpıyor.
Milliyetçiler için buradaki ana kaygı, Katar sermayesinden sonra şimdi de BAE sermayesinin Türkiye topraklarını ve kamuya ait altyapı ve savunma tesislerini satın alacak olmasıdır. Bu, demokratik güçler açısından da geçerli bir kaygıdır. Kamuya ve topluma ait değerlerin ve kaynakların özelleşmesi ve toplumun kullanımına kapatılması anlamına gelmektedir. Bütün özelleştirmeler gibi. Ama demokratik güçlerin asıl kaygılanması gereken, karanlık istihbarat ve güvenlik işlerinde aşırı tecrübeli ve yetenekli bir devlet olan BAE’nin bu konularda zaten uzmanlaşmış Türkiye derin devlet yapısına getireceği olası katkılar olmalıdır.
İlk mahsuller toplanmaya başlandı: Bu kaygıları ucundan dile getiren İyi Parti yöneticisi Metin Gürcan’ın tutuklanması ile Sedat Peker’in karartılması aynı zamana denk geldi. Cemal Kaşıkçı’nın bedeninin parçalarına ise hala ulaşılamıyor.