31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin ardından Türkiye yeni bir sürece girdi. Tarihinin en ağır yenilgisini yaşayan AKP cephesinde de, muhalefet tarafında da tartışmalar sürüyor, yeni yol haritaları çiziliyor. Bu koşullarda hazırladığımız dosyamızda, görüştüğümüz siyasi odaklar ve toplumsal kesimlere, öncelikle ‘şimdi ne olacak’ sorusunu yönelttik. Gelinen noktada, bir demokrasi cephesinin imkânlarını ve yeni anayasayı sorduk. Bugünkü konuklarımız, eski Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Yargıcı (AİHM) ve CHP Milletvekili Rıza Türmen ile Çocuk hakları aktivisti Esin Koman.
Rıza Türmen / Eski AİHM Yargıcı ve CHP Milletvekili
31 Mart – 23 Haziran sonrasında, ortaya yeni bir siyasal durum çıkmış gibi görünüyor. Bu yeni tabloda, iktidar cenahında da, sanırım sonbaharda ortam biraz daha hareketlenecek. Bu bağlamda, tartışmaları nasıl görüyorsunuz? Birçok kez ‘yama’ yapılan mevcut Anayasa, son referandumla yeniden biçimlendirildi ama kurulan sistem de daha bir yıl olmadan tartışılmaya başlandı. Bu kadar yıpranmış bir belge, artık ‘düzeltme’ ya da ‘onarım’ yoluyla kurtarılabilir mi?
Tabii ki Türkiye’ye yeni bir anayasa gerekli. Bence bunun üç nedeni var. Birincisi, Türkiye’de bugün var olan otoriter-totaliter rejime son vermek için. İkincisi, buna son verdikten sonra başka bir rejim, demokratik bir rejim kuracaksınız, onu kurabilmek için yeni bir anayasa lazım. Üçüncüsü ise toplumsal barış için, bu kutuplaştırmayı sona erdirmek için, yeni bir toplumsal sözleşme yapabilmek için yeni bir anayasa lazım. Ama tabii, anayasanın yapılma yöntemi çok önemli. Yapılma yöntemi, o anayasanın ne denli demokratik olup olmayacağını da belirliyor. O yüzden, yapılma yöntemi, anayasanın kendisinden de önemli. Eğer bu yöntem, tüm toplum katmanlarının katılacağı bir şekilde yürüyecekse yani, bu aynı zamanda bir toplumsal sözleşme anlamı kazanır. Yoksa tabii ki, bir odaya üç tane profesör koyarsınız, yaz oğlum dersiniz yazarlar, olur size yeni anayasa! Ama bir anayasa böyle yapılmaz.
Ben bu yaşıma kadar hep böyle gördüm ama hocam…
Bu değil ama işte. Bakın ben, Meclis’in 2013’te kurduğu Anayasa Uzlaşma Komisyonu’ndaydım. Oradaki başlangıç hiç olmazsa doğruydu. Dedik ki, yazım yapmayalım, toplumun bütün katmanlarından görüş alalım. Aylarca görüş alındı. Herkesi çağırdık, yazılı sözlü görüş aldık. Türkiye’nin her bölgesinde anayasa toplantıları yapıldı. Bu, Türkiye’de ilk defa oluyordu. Şimdi o deneyimden doğru dersleri çıkarmak lazım. Orada iki yanlış yaptık. Birincisi, önce bir ilkeler bildirisi ortaya çıkarmak lazımdı. O bildirinin ışığında ve çerçevesinde yazım aşamasına geçmek lazımdı. Bunu yapmayınca, o zaman ilkesel anlaşmazlıklar yazım aşamasında ortaya çıktı ve tıkandı. Zaten cumhurbaşkanlığı sistemi geldi, orada da tıkandı. Bunu yapmamak lazım artık. Yani, önce bir ilkeler bildirisi üzerinde bütün toplum katmanlarıyla uzlaşma sağlamak gerekiyor ki, bu bir toplum sözleşmesi olsun.
İkinci yanlış ise şuydu: Herkesin görüşünü aldık, tamam ama bu birikmiş olan verileri müzakere ve yazım aşamasında kullanmadık. Öylece kaldı. Zaten, müzakere aşamasında da toplumun katılımı, en azından sivil toplum kuruluşlarının katılımı doğrudur.
Sonuçta bu yanlışları şimdi yapmamak lazım. Yani Anayasa gerekli; ayrıca Anayasa’nın, geçmişin ışığında, doğru yöntemle yapılması gerekiyor.
Biraz da kazananların yaptığı bir şey olmuyor mu Anayasa? Sonuçta bir toplumsal değişimin sonucu olmayacak mı? Yoksa kim koruyacak anayasayı?
Bir kere siz katılımcı bir yöntemle anayasa yapacaksanız, bu, kazananların ya da kaybedenlerin anayasası olmayacaktır. Ama bu tabii şöyledir. Almanlar 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaptılar. Anayasayı değiştirince tabii ki alt yasalar bu anayasa ile uyumsuz hale gelir. O zaman alt yasaları iptal etmek gerekir. Tabii burada Anayasa mahkemesine büyük görev düşüyor. Anayasa mahkemesi, alt yasaları, demokratik anayasa ile uyumlu hale getirme görevini üstleniyor. Alman Federal Mahkemesi bunu yaptı. Hitler zamanında çıkarılmış bütün yasaları yeni anayasaya aykırı oldukları için iptal etti ve alt yasalarla demokratikleşme süreci bu hale geldi.
Bugün biz Türkiye’de hala 12 Eylül yasalarıyla yönetiliyoruz. Alt yasalar hala öyledir. Bundan iktidarın hiç şikâyeti yok, gayet memnunlar. Yani bu durumu zaten değiştirmek lazım.
Şöyle diyebilir miyiz peki hocam: Yaptık bir Anayasa, rafa koyduk, çok da güzel oldu ama bütün sistem ve devletin tüm kurum ve kişileri bir şekillenme içerisindeyken yetecek mi bu kadarı? Meseleyi tümden ele almak gerekmiyor mu?
Orada demokrasi kültürüne geliyoruz işte. Toplumdaki demokrasi kültürü de öyle Anayasa yazmakla, yukarıdan aşağıya olmaz. Demokrasi kültürünün aşağıdan yukarıya, tabandan tavana yükselmesi lazım. O da yerel yönetimlerde olacak. Yerel yönetimler bence demokrasinin işlerlik kazandığı en önemli yer. Yerel demokraside halkı başka bir yurttaşlık anlayışıyla siyasetin öznesi haline getirilirse, o zaman demokrasi kültürü de yerleşir. Ama bunu yapmazsanız, yukarıda kendi aranızda oyunlar oynarsanız, tabii ki bu kültür gelişmez.
Kazdağları meselesinde de öyle değil mi? Anayasada yazılanı korumak için harekete geçiyorsun…
Evet, bence de bu, son zamanlarda görülen en önemli sivil toplum hareketi. Zaten demokrasi mücadelesi veriyorsanız bunun ekolojiden geçmesi çok doğru. Orada çok haklı olduğumuz, çok tutarlı bir zemin var. Demokrasi kültürünün yerelde oluşması, halkın kendi sorunlarını, kendi kararlarıyla çözümlemesi böyle bir şey. Bu kültür yerleşecekse, bütün tahakküm ilişkilerine son vermek gerekir. Türkiye’de her türlü tahakküm var. Siyasi tahakküm, cinsel tahakküm, dinsel tahakküm… Herkes birbirini ezmeye çalışıyor. Buna, eşitlik ve özgürlük şemsiyesi altında son vermek lazım artık.
Yani halk, yurttaşlık bilinci gereği, kendisiyle ilgili kararları siyasetin öznesi olarak verdiği zaman bir demokrasiden söz edeceğiz. Şimdi, yeni başlamış olan bu dönemde, siyasi kararların verildiği tek yerin Saray olmadığını göstermemiz gerekiyor. Başka karar merkezleri vardır, sivil toplum alanı vardır, kamusal alandaki eylemler vardır, siyasi kararlar asıl buralarda alınır. Bunu gösterebilmek lazım. Bu, demokrasi kültürü ile yakın ilişkili bir şey.
Bir de mevcut Anayasa’nın neredeyse her maddesi şöyle bitiyor: Kanunla düzenlenir… Böyle bir anayasa mümkün mü zaten?
Bu mesele geçmişteki Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda da büyük bir meseleydi. Çünkü iktidar, yani AKP, bunun böyle olmasını istiyordu ki, asıl yetki Meclis’e, yani kendilerine kalsın. Biz de buna itiraz ediyorduk. Yani her şey kanunla düzenlenecekse niye anayasa yapıyoruz? Kanunla düzenlenecek dediğinizde, Meclis’te çoğunluğu olan partiye veriyorsunuz yetkiyi. Demokrasi bu değil. Anayasa da bu değil. Bu, çoğunluğun tahakkümü oluyor.
Son olarak, Demokrasi İçin Birlik yeni bir çalışma yapıyor mu anayasa konusunda?
Yapacak ve yapıyor. 9 ve 12 Eylül tarihlerinde etkinliğimiz var. 9 Eylül’de bir meclis toplayacağız. 12’sinde de o meclisin ortaya çıkardığı açıklama yapılacak. Birkaç ana fikir var. Biri, demokratik güçlerin bir güçbirliği. Seçim ittifakı biliyorsunuz, negatif bir birlikti; yani bir şeyin reddi üzerine kuruluydu. Bunu şimdi, pozitif bir anlamla demokrasi birliğine çevirebilir miyiz? Herkesin katıldığı, içinde HDP’nin de, SP’nin de olduğu bir birlik ortaya çıkabilir mi? Bunu tartışacağız.
İkincisi de, bütün toplum kesimlerinin içinde olacağı bir toplumsal sözleşme hazırlayabilir miyiz? Bu, aynı zamanda yeni bir anayasanın da ilk adımı olacak. Bunu da tartışacağız. Her ikisi de birbirinden önemli konular.
Esin Koman / Çocuk Hakları Aktivisti
Çocuk devletin malı değildir
‘Çocukların ve yetişkinlerin Anayasa’da çocuk haklarının yer alması konusundaki görüşleri alınırken, temel ilke ‘çoğulculuk’ olmalı; toplumun farklı kesimlerine eşit ve özgür şekilde görüşlerini ifade etme hakkı tanınmalı’
Maalesef her konuda olduğu gibi Anayasa gibi konularda da çocuklara fikrini soran yok. Oysa BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin 12.ve 13. maddeleri çocukların görüşlerinin alınmasını ve görüşlerini özgürce ifade etmeleri gerektiğini söyler. Bu temel dayanakla çocuklar kendilerini ilgilendiren her türlü konuda görüş bildirme, karar alma, karar alma mekanizmalarına katılma ve bilgi sahibi olma gibi temel haklara sahiptir. Ayrıca sözleşme, çocukları hak sahibi bireyler olarak görür ve kabul eder. Devlet de çocuğun sahip olduğu bu hakları güvence altına almakla yükümlüdür.
Ancak burada en büyük sorun devletin ve toplumun çarpık çocuk algısıdır. Devlet, çocuğu birey olarak kabul etmez. Kendi malı gibi görür ve sahiplenir, üzerinde hak iddia eder. Onu küçümser ve her zaman yardıma ihtiyacı olduğunu düşünür.
Bu yaklaşımda çocuklar sadece ‘gelecek’tir. Oysa çocuklar toplumun her bireyi gibi kendi başlarına kendi varoluşlarıyla ve şimdiki zaman içinde, anlamı ve değeri olan bireylerdir. Tıpkı yetişkinler gibi dünyada olan biten her şeyden etkilenirler.
Yani, Anayasa yapım sürecinde, çocuklar haklarını düzenleyecek bir madde söz konusu olduğunda, çocukların ülke nüfusunun yaklaşık 1/3’ünü oluşturduğu ve çocuk haklarının hayata geçirilmesinin, insan haklarının hayata geçirilmesinin en önemli adımlarından biri olduğu akıldan çıkarılmamalı. Çocukların ve yetişkinlerin Anayasa’da çocuk haklarının yer alması konusundaki görüşleri alınırken, temel ilke ‘çoğulculuk’ olmalı; toplumun farklı kesimlerine eşit ve özgür şekilde görüşlerini ifade etme hakkı tanınmalı.
Esasen Anayasa’nın 90. maddesi BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni zaten bir iç hukuk normu olarak kabul eder ve garanti altına alır. Devlet sözleşmenin gereklerini yapmak ve yaptırmakla sorumludur.
YARIN: İNSAN HAKLARI DERNEĞİ EŞBAŞKANI ÖZTÜRK TÜRKDOĞAN – DİYARBAKIR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE EŞBAŞKANI SELÇUK MIZRAKLI