Pakrat Estukyan
“Kamber Ateş nasılsın?” Hani yargıçlar dava esnasında Kürtçe bir ifade duyunca tutanaklara ‘bilinmeyen bir dil’ tanımını kullanıyorlar ya, hükümlü annesi İpek Ateş için Türkçe de bilinmeyen bir dildi. Kırsal bölgelerde, özellikle de eğitim imkânı bulamayanlar için bilinen tek dil doğal olarak anadilidir. Ancak kimi ülkelerde anadilinin kullanılması ülkenin bölünmez bütünlüğü adına yasaklanmaya kalkınca insanlar dilsizliğe de mahkûm olabilirler.
12 Eylül faşizminin mimarları Kürtçeyi ve ülkedeki Türkçe dışındaki diğer tüm anadillerini bir beka sorunu olarak algıladıklarında ortaya bazen garip bazen komik ama her zaman trajik, travmatik durumların yaşanması kaçınılmaz oldu. Yazının girişinde belirttiğimiz “Kamber Ateş nasılsın?” 1980 sonrasında Mamak Askerî Cezaevi’nde yaşanan bir trajedinin simgesel halidir. Şüphesiz ki Mamak, tek ve istisnai bir örnek değil. O dönem Türkiye’nin bütün cezaevlerinde, özellikle de siyasi mahkûm ve tutuklulara karşı uygulanan anadili yasağının tekil bir örneği.
Kürtçeden başka dil bilmeyen İpek Ateş, zindandaki oğlunu ziyaret edebileceğini öğrenince çok sevinmiştir. Ancak ağzından Kürtçe bir kelime çıktığı anda hem oğlunun hem de kendinin başlarının belaya gireceği uyarısı da evladı için kaygılanan anneyi büyük bir açmazla karşı karşıya bırakmıştır.
2022 yılında, 21 Şubat Dünya Anadili Günü’nün hemen öncesinde ölümüyle İpek Ateş, “Kamber Ateş nasılsın?” sorusunun travmatik boyutunu idrak etmemizi bir kez daha sağladı. Anadili yasaklaması Türkiyeli faşistlerin bir icadı değil şüphesiz. Tarihte birçok örneğine tanık olunmuştur. Ermeniler bu yasakla ilk kez dördüncü yüzyılda ülkeleri Doğu Roma ve Pers imparatorlukları arasında bölüşüldüğünde yaşadılar. Özellikle Doğu Roma yönetimi Ermenice konuşanların dillerini kesme cezasını aktif bir şekilde uyguladı. Tarih içinde bu cezalandırma yöntemi tekil örneklerle ve belirli bölgelerle sınırlı olmak üzere sürekli kılındı. Bilinen son örnekler Kayserili Ermenilere karşı yapılan uygulamalardır.
İlk bakışta ne kadar saçma görünse de anadilinin unutulması kimlik erozyonuyla doğrudan bağlantılı. Türkiye bu konuda gözlem yapabileceğimiz pek çok örnek sunuyor. Ulusal bilinç geliştirememiş, kimliğini salt dinsel aidiyet üzerinden şekillendiren toplumlar için anadili de gereksiz bir yüke dönüşebilir. Horlanabilir, küçümsenebilir ve değersizleştirilir. Eğitimde, ticarette, çarşıda işlevi kalmayan dil zaman içinde yok olurken, o dili konuşan toplumun da asimile olarak kaybolmasına yol açar. Esasen bu, dile yasak getirenlerin hedeflediği sonuçtur. 1990’lı yılların bu önemli tartışma konusunda kelli felli adamların, akademik unvanlı faşistlerin televizyon ekranlarına çıkıp söylediği “Herkes kendi anadiliyle konuşursa ülke bölünür” sözü, günümüze kadar belirli çevrelerde etkisini koruyor.
Türkiye’nin toplumsal yapısının bir mozaik oluşturduğu savını şiddetle reddederek ısrarla mermer dayatması yapan zihniyetin yol açtığı sıkışıklığı yaşamaktayız.
Anadilinde eğitim yadsınamaz bir haktır. Eğitimde kullanılmadıkça dilin gelişmesi mümkün değildir. Ancak unutulmaması gereken bir şey daha var. Anadilinin öğrenileceği yer okul değil, evdir. Okul, dilin gelişmesini, akademik bir düzeye yükselmesini sağlayan ortamdır. Bu ortamın yokluğunu bildiği için Bülent Arınç, geçmişte, Kürtçenin akademik bir dil olmadığını iddia edebilmişti. Arınç, aslında haklıydı. Günlük konuşma dilinin yazıyla, daha da önemlisi yazınla buluşması o dilin akademik bir düzeye yükselmesinin olmazsa olmaz şartıdır. Günümüzde ne Hemşin diyalektinin ne de Musa Dağ bölgesindeki yerel Ermenicenin artık bir şansı var. Dolayısıyla orada dili koruma çabası iyi niyetle beslenen bir nostaljidir sadece. Somut ve gerçek olansa yok olmaya yüz tutmuş bu dil gruplarını kendi mecralarında geliştirmektir.
Anadili kimliğin en önemli belirteçlerinden biridir, o yüzden de o kimliği yok etmeyi amaçlayanların öncelikli hedefi olmaya devam edecektir.