Bütün ülkelerde, tarihin farklı zamanlarında iktidar sahiplerinin zora, zorbalığa yöneldiği dönemler vardır. Böylesi durumlarda söz konusu iktidar odakları adına hizmet eden zorbalar da olmuştur. Devinim içindeki her şey gibi, zorba yönetimler de kendi devrini tamamladığında, geçmişte zulüm uygulayan kadrolar da kendiliğinden tasfiye edilirler.
Istranca ormanlarında Sabahaddin Ali’nin başını sopa darbeleriyle parçalayan katil, dönemin maşası olarak kendini ‘devlet’ diye tanımlamaktaydı. Aynen Yerevan zindanlarında şair Yeğişe Çarents’e işkence yapan ve bu hizmeti için devletten maaş alan polisler gibi.
Hatay Barosu başkanına keyfi şekilde kimlik soran polisin, gördüğü itiraz üzerine ‘ben devletim’ açıklaması bir hayli düşündürücü. Gerçek bir demokrasi anlayışında toplum hizmeti olarak değerlendirilen görevler, zorbalık rejimlerinde topluma karşı iktidarı koruma refleksine bürünüp, devlet memuru tanımını ‘devlet benim’ anlayışına taşırlar.
Bu sütunda daha önce defalarca belirttiğimiz gibi, devlet soyut bir kavramdır ve toplumun egemen kesimlerinin çıkarlarını korumak üzere tasarlanmıştır. Yani devlet verili halkı değil, o halk kitlesi içinde egemen olan sınıfları temsil eder. Bu gerçekliğin karşısındaki söylem ise, milliyetçilik cilası sürülerek bu mekanizmaya kutsallık atfedilmesidir. Böylece devlet, toplumun egemenlerinin çıkarlarını koruyan bir mekanizma olmaktan çıkarak bizatihi toplumun sahibi haline getirilir. Bu anlayışla kamu hizmeti yapan devlet memurunun, kendini bilfiil devlet olarak tanımlaması da anlamını bulmuş olur.
Tarihteki bütün zorbalık dönemlerinde olduğu gibi, içinde yaşadığımız ortamda da bu çarpıklığa itiraz eden yapılar var. Genel bir tanımla ‘muhalefet’ olarak adlandırdığımız itiraz odakları, kendi içlerinde çok farklı özelliklere ve işlevlere sahipler. Siyasi partiler, artık hiçbir işlevi kalmamış olan parlamento çatısı altında doğal olarak en işlevsiz muhalefeti oluşturuyorlar. Medya’nın ağır kuşatması altında sözleri duyulmazken, mecliste de her hangi bir yaptırım imkânından yoksunlar.
Buna karşılık çoklu baro yasasına karşı direnen avukat örgütleri, İstanbul Sözleşmesi’ni korumak üzere mücadele eden kadın hareketi, cezaevlerindeki baskılara karşı sesini yükselten hak savunucuları, zorbalığın korkulu rüyası haline gelen Cumartesi Anneleri çok daha etkili olan toplumsal muhalefeti şekillendiriyorlar. Yüreği yaralı insanların isyanının mesleği gereği siyaset yapan, hasbelkader iktidarda olmadığı için mecburen muhalefet saflarından konuşan profesyonel siyasetçilerle aynı olamayacağı çok açık. Hele ki iktidarla devletin rolü, işlevi konularında hiçbir farklı söylemi olmayan siyasi partilerin muhalefeti hiç bir yere vardırmaz.
Benzer şeyleri işçi hakları açısından da söylemek mümkün. Profesyonel sendikacıların, 12 Eylül Cuntasının diliyle söylersek, sendika ağalarının işçi haklarını savunma gücü son derece kısıtlı. Kıdem tazminatlarının çalınması girişimi salt sendikal mücadele ile değil, 15- 16 Haziran direnişinin ruhuyla engellenebilir. Bu direnişin de bir sendikal örgütlenme olduğu doğrudur, ama eylem hiçbir sendikacının öngöremeyeceği bir boyut kazandığı için etkili oldu.
Zaman ve şartlar bir kez daha en etkili muhalefetin sokakta yapılan muhalefet olduğunu gösteriyor. İktidar çevrelerine hâkim olan ‘Gezi direnişi’ paranoyası o kadar da temelsiz değil. Her türlü örgütlenmenin ağır bir baskı altına alındığı şartlarda, kendiliğinden gelişen örgütsüz tepkinin yol açtığı korku ve panik son derece haklı ve anlaşılır oluyor.
Ülke içten içe kaynıyorken, birilerinin ateşi söndürmek yerine kapağı daha sıkı kapatması eninde sonunda bir patlamaya yol açacaktır. Bunu bilmek için müneccim olmaya gerek yok. O saat geldiğinde de sakın kimse “Sen bunu önceden biliyordun, o halde kazanı sen patlattın” demesin, fena bozuşuruz.