80 milyon nüfusu olan bir ülke ölçeğinden bakıldığında, hiç de tuhaf olmayan bir manzara beliriyor karşımızda. Kimileri için yaşanmaz bir yer görünümü alan ülke, kimileri için ise baş döndürücü bir hızla gelişiyor. Özellikle nitelikli bir eğitim almış genç nüfus memlekette gelecek umudu göremezken, yükselen Türkiye’nin daha da yükselişine katılmak, orada yerini almak isteyen genç insanların sayısı da çok yüksek. Uzun yıllar işlenen sanayileşme hedefleri bugün kendini ulusal silah sanayii alanında gösterdikçe, doğal olarak toplumun önemli bir kesiminde özgüven patlaması yaşanıyor. Esasen iktidarın elindeki propaganda araçları tarafından ısrarla ve sürekli olarak körüklenen bir özgüvenden bahsediyoruz. Yoksa gerçekte ülke ekonomisine katkıda bulunabilecek bir sanayileşmeden hâlâ çok uzağız.
Düne kadar süren geri kalmışlığımızın makûs talihi bir anlamda aşılıyor, gelişmiş Batılı ülkelerin havaalanlarımızı, köprülerimizi kıskandıkları sanrısı günden güne daha çok müşteri buluyor.
Tarımımızın, hayvancılığımızın geldiği nokta, yaşamı boyunca saksıda çiçek yetiştirmekten öte tarımsal faaliyeti, evcil hayvan beslemekten öte hayvancılık deneyimi olmayanları kaygılandırıyor sadece.
Elli yıl öncesine kadar tarıma dayalı bir ekonominin doğal sonucu olarak nüfusunun çoğunluğu kırsal bölgelerde yaşayan Türkiye insanı, şimdilerde yüzde 80-85 oranlarında kentlerde yaşıyor. Ancak geçen süre içinde kentsoylu bir kültür inşasından bahsetmek zor. Belki de şehirlere eklemlenen köylerden söz etmek daha gerçekçi olur. Sonuçta, varlığını köy yaşamında ağır bir muhafazakârlık altında sürdüren feodal değerler, kentte de, çok yüzeysel değişimlere uğrayarak büyük oranda sürdürmekte.
Örneğin yirmi yıldır İstanbul’da yaşadıkları halde eşinin henüz denizi görmediğini gururla anlatan erkeklerin varlığından söz edebiliriz. Hemşerilik veya mezhep-tarikat esasına göre şekillenen geniş yerleşim alanları zaman içinde metropollerin de taşralaşması gibi sonuçlara yol açıyor. Bu taşralaşma halini gecekondu-gökdelen çelişkisinde olduğu gibi, giyim-kuşam, yeme-içme, gezme-gezinme farklarında da görebiliriz.
Böylesi bir iç içelik kaçınılmaz olarak kültürel çatışmalarda şiddetin egemen olmasının da önünü açıyor. Minibüste karşılaştığı şortlu kadına fiziksel saldırıda bulunan veya evinde köpek besleyen komşusuyla sorun yaşayan insanların hikâyelerini bu bir arada yaşama bilincinin eksikliği çerçevesinde değerlendirmek gerekir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında izlenen iskân politikaları neredeyse tüm tek parti rejimi süresince etkin olmuştu. Bu hassasiyet doğası gereği insanların seyahat imkânını kısıtlayan bir özellik taşıdı. Ancak çok partili sistemle birlikte hem yasaklamalar kalktı, hem de karayollarında baş döndürücü gelişmeler yaşandı. 2000’li yıllarda Türkiye’deki karayollarına, hele ki o yollarda bulunan mola tesislerine bakıldığında, bütün ülkenin yollara dökülüp bir yerlerden başka bir yerlere hareket halinde olduğu izlenimi oluşuyordu. Son 10-15 yıl ise, bir yandan hava ulaşımının lüks bir ihtimal olmaktan çıkması, diğer yandan ‘Erasmus’ benzeri organizasyonların erişilebilirliği sayesinde, yurtiçi ve yurtdışı seyahatler yapmasına, dünyayla tanışmasına imkân sağlıyor.
Ancak yaşadığı alanın dışında da bir yaşam olabileceğini algılamakta zorlananların varlığı da bir gerçek. O yüzden de, Cumhurbaşkanı’nın “Havaalanlarımızı kıskanıyorlar” sözüne inananlar veya son başbakanın “Zeytin mi önemli, tesis mi?” sorusunu onun beklentisi doğrultusunda cevaplayanların sayısı hiç de az değil.
Unutulmaması gereken nokta tam da burada karşımıza çıkıyor. Hükümetin HES projelerine veya maden işletmelerine en yoğun tepki gösteren şehirler, aynı zamanda AKP’nin en yüksek oy oranına eriştiği alanlar.
Bugün bu genel manzara içinde cumhurbaşkanlığı yönetim sistemine adım atmış haldeyiz. Başka bir ifadeyle, kuvvetler ayrımı ilkesini kuvvetin tek elde toplanması ilkesine dönüştürerek tek adam rejimine geçmiş olduk.
20. yüzyıl başında yönetimi darbeyle ele geçiren üçlü yönetim ülkeyi dünya savaşına sokarak devletin sonunu getirmişti. Anlı şanlı Osmanlı tarihe gömülürken onun işbilir mütegallibe sınıfı imparatorluğun varlığını Batılılara peşkeş çekerek yeni bir devlet kurmayı başarmıştı.
2023, o da yetmez 2071 hedeflerine yelken açan yeni yönetim TC’yi ne gibi badirelere götürür bilinmez, ama enseyi karatmayalım, Batı’ya satacak bir şeyler bulundukça her badire atlatılır.
Altta kalanlar mı dediniz? Onu da geçmişte üste çıktıklarını sananlar düşünsün.