“Sokaklara döküleceklermiş, ya siz 15 Temmuz’u görmediniz mi? Cumhur İttifakı sizi gideceğiniz yere kadar süpürecektir.” Cumhurbaşkanı, yeni yıla bu sözlerle adım attı ve şaşkınlıkla karşılandı çünkü muhalefetten bir sokak çağrısı gündemde değildi. Meselenin aslı, bir gün sonra Kazakistan’da ortaya çıktı. Erdoğan’ın aldığı kıtalararası istihbarat doğrultusunda, orada kopmak üzere olan fırtınanın Türkiye’ye de sıçrama ihtimaline karşı ön alma operasyonu başlattığı neden sonra anlaşıldı. Belli ki şahsın ‘Gezi sendromu’ yine nüksetmişti. Yukarıya hakim olan bu algı, aşağıya doğru yayılmakta gecikmedi. İktidar ve muhalefet çevreleri, Kazakistan’daki kitle protestolarını okurken jeopolitik/stratejik bir ‘dış güçler komplosunu’ hep akılda tutarak öne çıkardılar. Rusya-ABD çatışması, Çin’in büyük yol yatırımı, turuncu Soros devrimi girişimi, Türkî cumhuriyetlerle TC ilişkisinin özellikle Rusya’da yol açtığı kaygılar, vb. Sonuçta bu paranoyak algı birliği, HDP dışındaki bütün partileri birleştiren bir Kazakistan rejimini destekleme bildirgesiyle taçlandırıldı.
Müesses nizamın Kazakistan korkusu, Türkiye’nin de benzer protestolar sonucu bir kaos atmosferine sürüklenerek dış müdahaleye açık hale gelmesinden duyulan korku olarak özetlenebilir. Asya’nın diğer post-Sovyet rejimleri ile birlikte Rusya’nın bu kaygıyı şiddetle hissetmesi anlaşılır bir durum. Ama Erdoğan’ın önden yaptığı okumanın sistem partileri ve kanaat önderleri tarafından genel kabul görüyor olması, tıpkı ‘Yenikapı ruhu’ gibi üzerinde düşünülmesi gereken bir arızadır.
Muhalefetin temel argümanı, iktidar karşısında biriken enerjiyi, yaklaşan seçimlere yönlendirmek dururken zamansız ve kontrolsüz bir sosyal patlamayla harcamanın yanlışlığını vurguluyor. Böyle bir patlama olması halinde bundan AKP’nin yararlanması ve ikinci bir 15 Temmuz algısıyla seçimsiz bir diktatörlük kurma fırsatı yakalaması muhtemel görünüyor. ‘Dış güçler’ ve turuncu devrim gibi argümanlar da iktidar ve muhalefet tarafından paylaşılıyor. Zaten milliyetçi ve Avrasyacı solun ve sağın bir kesimi 15 Temmuz’dan beri AKP iktidarına entegre olmuştu; geriye kalan daha büyük bir kesim ise muhalefet siyasetine gerekli hallerde milliyetçi/Avrasyacı ayar verme misyonunu icra ediyorlar. Bu nedenle de, Türk milliyetçiliğine içkin demokrasi düşmanlığının tezahürü olarak ‘dış güçler’, Soros, emperyalizm, liberaller vb. paranoyası, iktidarın olduğu kadar muhalefetin de ruhuna hakim. Siyaset bilim literatüründe bu arızalı ruh hali ve ondan kaynaklı davranışlar, ‘quasi anti-emperyalizm’ terimiyle adlandırılır. Quasi yani ‘yarım’, ‘deforme’, ‘bozuk’, ‘ham’, ‘sahte’, ‘görünüşte’, ya da egemen söylemde sıklıkla telaffuz edildiği üzere ‘sözde’.
Milliyetçi/Avrasyacı ve ümmetçi/İslamcı pencere, bize Kazak oligarşisini temelinden sarsan büyük sosyal patlamayı ‘quasi’ bir ayaklanma olarak gösterebiliyor. ‘Gaz zammına itiraz’ diye itibarsızlaştırılmaya çalışılan sosyal ve siyasal talepler, dış güçlerin kışkırtması oluyor. Çoğu protestocu iki yüz civarında insanın kaybedilmiş hayatları da ‘quasi’ hayatlar zaten… Yine bu hesap uyarınca rejimin kendi yurttaşlarının isyanını bastırmak için Rus ordusunu Almatı’ya çağırması da ‘gerçek’ anti-emperyalizm olmuş oluyor.
Bu algı sapması içinde, Kazakistan halkının Nursultan Nazarbayev şahsı ve ailesi başta olmak üzere sürekli maruz kaldığı bir dizi gerçek siyasal ve sosyal problemin görülmesi imkansız hale geliyor. Yükselen toplumsal protestolar karşısında otoriter Kazak rejimi ile birlikte içine düşülen Almatı sendromu, bereketli topraklar üzerinde bir avuç oligarkın sefası uğruna yoksulluğa ve faşizan bir rejimin sopası altında hak ve özgürlüklerden yoksunluğa zorlanan bir halkın isyanını izahta aciz kalmaya mahkum. ‘Dış güçlerin jeo-stratejik komplosu’ temelinde üretilen sol ve sağ, İslamcı ve milliyetçi belagat, her şeyi açıkladığı derecede ve tam da bu nedenle hiçbir şeyi açıklamıyor.
Quasi anti-emperyalizm, ezilen halkların sömürgeci büyük güçlere karşı mücadelesi sonucu ortaya çıkan hakiki anti-emperyalizmin, çöken imparatorlukların devamı ulus-devletlerdeki çarpık tezahürlerinin toplu adı olarak tanımlanabilir. Roma İmparatorluğu mirasını yücelten İtalyan faşizmi, kıta Avrupası üzerinde hakimiyet çağını unutamayan Alman Nazizmi ve bunlardan daha önce Osmanlı İttihatçılığı gibi ideolojik ve siyasal prototipler, yakın tarih boyunca benzer toplumlarda farklı formlar kazanarak hayatlarını sürdürmüş görünüyorlar. Türkiye’de sağ milliyetçilik, muhafazakarlık ve İslamcılık kadar sol düşüncenin de aslında çöken imparatorluk kalıntısı bir quasi mazlumluk haleti ruhiyesi içinde şekillenmiş olduğu görülebilir.
Bugün karşımıza çıkan Almatı sendromu, Erdoğan’ın Gezi sendromu kadar iktidar ve muhalefeti yıllardır birleştirdiğine tanık olduğumuz Rojava sendromunun da tekrarıdır.