Başka dinlerde pek dendiği yok ama Sünni İslamda ibadethaneler “Allah’ın evi” olarak görülür. Ama konuşurken ya da Allah anlatılırken “mekândan münezzehtir, ne yerdedir, ne göktedir, müminin kalbindedir” derler. Müminin kalbinde olduğu, tasavvuf erbabınca da kabul edilir ama onlar, “Vahdet i vücut/varlığın birliği” felsefesinin gereği olarak Allah’ı her yerde, her varlıkta var görürler. Evrendeki canlı cansız her varlık onun bir yansıması olarak görülür.
Son günlerde, baroların tırpanlanmasına ve savunmanın adeta işlevsizleştirilerek yargı erkinin tamamen denetim altına alınmasına yönelik Avukatlık Kanunu’nun jet hızıyla Adalet Bakanlığı dahil, ilgili hiçbir kurumla görüşülmeden Meclis’ten geçirilmesinin şoku atlatılmadan Ayasofya’nın ibadete açılması gündeme oturdu.
Ayasofya, kimine göre eski bir pagan ibadethanesinin yerine yapılmış olduğu söylenmekle birlikte milattan sonra 537 yılında Bizans İmparatoru Jüstinyen tarafından yapılmış, birkaç kez yangın geçirmiş, en sonunda bugünkü hale yine Bizans döneminde getirilmiştir. Dünyanın en büyük kubbelerinden birine sahip olağanüstü bir mimari yapı olup UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesindedir.
Hukuk fakültesindeyken hocalarımızdan biri istimlak hukukunun ilk kez Jüstinyen döneminde Ayasofya’nın yeri nedeniyle gündeme geldiğini söylemişti. Mülkiyetin kutsallığı için de bu hikâye anlatılır durur.
Kilisenin yapımına en uygun yerde yaşlı bir kadının kulübesi var ve kadın yapılan hiçbir teklifi kabul etmez.
Jünstinyen bizzat kadının evine giderek ricada bulunur ve kadına yeni bir evle birlikte ne isterse vereceğini söyer. Yaşlı kadın “devrin İmparatoru evime şeref vermiş, bundan büyük ne olabilir?” diyerek hiçbir karşılık almadan yerini mabet için verir. İşte bu tarihten sonra Jüstinyen, yeni bir kanunla kamu menfaatinin olduğu yerde mülkiyete makul bedeli verilerek el konulabiliceğini kanunlaştırır, istimlak kurumu böylece hukuk hayatımıza girer.
917 yıl dünyanın en önemli kiliselerinden biri olarak varlığını sürdüren Ayasofya, 1453’te İstanbul’un fethiyle birlikte minare eklenerek cami haline getirilmiştir.
Bu doğru mudur? Birkaç gün önce Fehim Taştekin bir yazısında “gaspedilmiş yer Allah’ın evi olur mu?” diye soruyordu? Olur mu, olur tabii kimi kendinden başkasını dindar saymayan dinlerin mensuplarına göre. Mescid-i Aksa’dan Endülüs’teki güzelim camilere kadar birçok mabet, tabir yerindeyse din değiştirmiştir. Havralar kiliseye, sonra camiye, camiler kiliseye döndürülmüştür. Dindar (!) insanlar da huzuru kalple, huşu içinde buralarda ibadet etmişlerdir.
İstanbul’un Fatih semtinde “Sanki Yedim” adıyla anılan, ilginç bir hikâyesi olan küçük bir cami var. Hayırseverin biri bir cami yaptırmak ister ve canı bir şey çektiğinde onu almaktan vazgeçer, bedelini bir cebinden diğerine aktararak biriktirir ve bu parayla sonunda bir cami yaptırır. Devrin uleması, kendi nefsine zulmedilerek alınmış bir paranın haram sayılacağını ve bu parayla yapılan camide namaz kılmanın caiz olmadığına karar verir. Gençlik yıllarımda orada namaz kılınmıyordu. Şimdi de sanırım aynı gelenek devam ediyor ve orası Kuran kursu olarak kullanılıyor. Aslında öyküsüyle birlikte bir ibret müzesi olsa çok daha etkili olurdu.
Avrupa’da yapımı yüzyıllara varan devasa katedrallerin bağışlarla yapıldığı, bu nedenle geç bittiği söylenir. Yani aslında dinin temelinde “rıza” esas olmalıdır. Din ne devletin, ne din adamlarının zoru ile değil, gönülden istekle yaşanmalıdır. İbadethaneler de inananlarca yapılmalı, ne yapımında, ne idaresinde inanmayanın payı olmalı.
Tekrar Ayasofya’nın ibadete açılmasına dönecek olursak, yukarıda anlattığımız dini ve manevi sakıncalar dışında mesele baştan sona hukuki sakatlıklarla dolu.
Sayın Erdoğan, Danıştay kararının Fatih’in vasiyetini yerine getirdiğini, 1934 tarihli Ayasofya’yı camiye çeviren kararı verenlerin tarihe ihanet ettiklerini söyledi. Halbuki kendisi kısa süre önce “Sultanahmet camiini dolduramıyorsunuz, bunun yaratacağı sorunları göremiyorsunuz, bu provokasyona gelecek kadar istikametimi kaybetmedim” mealinde bir gerekçeyle karşı çıktığını belirtmiş ve Danıştay’daki açılmaya ilişkin davanın da reddini istemişti. Karar henüz kesinleşmemişken de Ayasofya’nın 24 Temmuz’da Cuma namazıyla açılacağını duyurdu, Türkiye’nin ve dünyanın birçok yerinden Ayasofya’da namaz turları düzenlenmeye başladı.
Danıştay kararının ne açılışı, ne yürütülmesi ne de gerekçeleri hukuki değildir. Bir kere dava süresinde değildir. 1934 sayılı Bakanlar Kurulu kararına karşı açılan dava süresinde değildir. Davanın, kararın Resmi Gazete’de yayım tarihinden itibaren 60 gün içinde açılması gerekirken 86 yıl geçmiştir aradan. Daha önce birkaç kez bu yolda açılmış ve reddedilmiş davalar var. Kesinleşmiş bir ilama karşı yeniden dava açılması farklı bir gerekçe olmadan söz konusu değil.
Ortada davanın açılmasını gerektirir bir kamu yararı olup olmadığı göz önüne alınmış değil.
Her şeyden önemlisi davayı açan derneğin ne menfati var bu davadan, ne de dava açma sıfatı var.
Ekonomideki kirizin yarattığı iktidara desteğin düşüşünü önlemeye yönelik bu danışıklı hamlenin sonuç verip vermeyeceğini, oya dönüp dönmeyeceğini yaşayanlar görecektir.