Zerre pişmanlık duymadılar yaptıkları işten. Bir Mayıs sabahında üç fidanımızı kırdılar ve böylece ‘vatanı büyük bir tehlikeden kurtardıklarına’ inandılar. Basit insanlardı, tarihe geçtiler. Basit aletler olarak…
Arif Mostarlı
Bundan 49 yıl önce, 6 Mayıs 1972 sabahında üç genç insanın cansız bedenleri toprağa verilirken, ‘omzu kalabalık’ iki kişi gecenin yorgunluğuyla artık evlerine varmış olmalıydı: Ankara 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı Ali Elverdi ve Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcısı Baki Tuğ…
Aslında kimsenin onları hatırladığı filan yok artık. Hayat hikâyeleri de hiç öyle ilginç değil. Klasik sağcı devlet görevlilerinin tipik profilleri. Ama unutmak da iyi değil bir yandan. Deniz’i, Yusuf’u, Hüseyin’i nasıl unutmuyorsak, onların yaşamlarına son verenleri de unutmamak, aradan geçen yaklaşık elli yılda bugünlere nasıl gelindiğini, memleketin nasıl adamlar tarafından bugünkü uçuruma sürüklendiğini anlamak açısından önemli.
Vatan kurtarıcıları
İkisi de hiç pişman olmadı. İkisi de otuz yaşına varmamış gençleri asarak vatanı büyük bir tehlikeden kurtardıklarına sonuna kadar inandılar.
Birincisi, Ali Elverdi, bir MS ve Alzheimer hastası olarak boğazına kaçan yemek nedeniyle boğularak ölürken artık bir şey hatırlamıyordu. Ama hatırlasaydı da bir şey değişmezdi. “İnsan sevgisine sahipti” diyordu oğlu, ölümünden hemen sonra: “Onlar bizdendi, bunlar değil diye bir karar veremez. Çok az insan onun kadar bütün canlıları sever. Mutlaka üzülmüştür olanlara ama karar birçok hukuki boyuttan geçti. Yargıtay’dan, Meclis’ten. Pişmanlık duymadı. O zamanki hukuki düzenlemelere göre verilen bir karardı.”
Üzülmüştür, evet! O gece, Halit Çelenk’in anlatımına göre, Deniz, Yusuf ve Hüseyin darağacına doğru yürürlerken bir ağaca yaslanarak sigarasını tüttürüp havaya üfleyecek kadar keyifliydi ama! Daha sonradan yazdığı kitapta “İşte bu beyni yıkanmış militanlar ölüm sehpasında dahi komünizm propagandası yapıyor ve kendisinin arkasından gelecek olanlara cesaret vermek istiyor. Onları astığımız için, Türk Ceza Kanunlarını millet adına muhakeme ederek tatbik ettiğim için bana Katil Elverdi diyorlar” diye yakınarak ne kadar tehlikeli insanlarla uğraştığını izah etmeye çalışan da oydu.
İki yıl sonra, 1974’te, faşistlerin yayın organı Ortadoğu gazetesinde, “Türk milleti adına aldığımız kararlarda oyumu, Allah’a karşı sorumlu olduğumu asla unutmadan verdim” derken de aynı şekilde düşünüyordu. Bir başka sağcı gazete olan Son Havadis’te ise “Vatansızlarla mücadele edeceğim” diye söze başlayıp, “Bunlar düzeltme değil, yıkma taraftarı. Düzeni kökünden yıkacak yerine Marksist Leninist bir düzen getireceklermiş. Ülkeyi parçalayacaklar. Şu halkı, bu halkı diye halklara bölecekler. Zaten kendilerine Türk denilmesini bile istemiyorlar. Türkiye’yi parçalanmış bir halde Rusya’nın peyki haline getirecekler. Bunların emeli, gayesi bu” diyordu.
Küçük bir lokma
İdam cezasını ise şöyle savunuyordu: “Bizim Avrupa’dan farklı durumlarımız var. Soydan gelen bir kin davası var, üstelik bizim dinimizin icabı da var… Kısasa kısas, yani yapana yapılır. İlle de kısas diye bir şey yok. Öldürmeyene de idam cezası verilir. Mesela vatan haini, vatanının sırlarını satmış. Veya ideolojisi öyle istiyor, kendisi aslen Türk değil, karışık. Buna da idam cezası verilir.”
Basit bir rolü vardı aslında. Hayatı boyunca sağcı fikirlerle yoğrulmuş sıradan bir general olarak gelebileceği en yüksek nokta orasıydı zaten. Geldi, kalemini kırdı ve kararını verdi.
Sonra, siyasete girdi elbette. “Vatanıma ve milletime en iyi hizmeti Adalet Partisi saflarında yapabileceğime karar verdim” deyip Demirel’in himmetiyle Bursa Milletvekili oldu.
Sonra… Sonrası yok. Hastalıklarla ve inzivayla geçen yaklaşık yirmi yıl ve sonra o küçücük lokma…
Ha, bir de bir kitap: “Bu vatana kast edenler!”
Sahaflarda vardır belki; belki de çöp konteynerlerinde… Ciddiye alıp da aramaya gerek yok! Artık piyasada o kadar kaliteli tuvalet kâğıtları var ki!
Biz onları asmasaydık!
İkincisi, henüz yaşıyor ve en az birincisi kadar pişmanlık duygusundan uzak: Baki Tuğ… “Her insan buna üzülür. Ancak o gün devletin verdiği görevi yaptım. Devlet, millet adına görevimi tavizsiz yaptım. Bugün görev verilse yine tavizsiz yaparım. O gün vicdanen huzursuz olmadığımı, çünkü devlet adına yasaları uygulayarak görev yaptığımı söylemiştim” diyor o da.
Aşağı yukarı diğeriyle aynı yollardan geçmiş, yine Demirel’in himayesi, DYP’de Genel Başkan Yardımcılığı, Ankara milletvekilliği, hatta Devlet Bakanlığı…
Eski bir Demokrat Partili aileden geliyor. Babası Necati Tuğ, Gümüşhane’de DP yöneticisi olduğu için 27 Mayıs’tan sonra Sivas Kabakyazı’da kurulan ve özellikle Kürtlerin gönderildiği kampta kalmış. Dipten doruğa sağcı bir aileden geliyor yani ve askerken de, sonrasında da Elverdi’yle aynı yoldan yürüyor.
Sadece, ondan biraz daha yalancı ve ‘Komünist komplo’ üzerine daha gelişkin fantazilere sahip! “3 genç insan idam edildi diye biz mutlu mu olduk? Kanun emrediyordu, idam edildiler. Komünist bir ihtilal olsaydı, üç tane insan mı idam edilecekti? 3 milyon insan duvar dibinde taranacaktı” hezeyanlarını yumurtlayabilecek kadar kendinden geçmiş biri. “İhtilal gerçekleşseydi ölüm listeleri hazırlanmıştı. Birçok siyasi ve iş adamının ismi listelerdeydi. Koç ve Sabancı’nın isimlerini de listelerde bizzat gördüm” diyebiliyordu kendini savunmak için.
Devlet ve cinayet
Ama bir yandan da devletin vazifeleri konusunda son derece net: “Devlet eğer bir güce karşı ise başka bir şeyi kullanmak isterse bunlar olur. Gayet normaldir. Devletin uyguladığı stratejidir.” Daha da açığı şöyle: “Almanya’da meşhur bir çete davasında bir sürü mahkûm öldürüldü. Devlet buna, ‘mahkûmlar intihar ettiler’ dedi ve üzerine oturdu. Bizde yapılır mı yapılmaz mı? O Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetenlerin etkisi ve yetkisi dahilindedir. Onlar, ne düşünürlerse, o tedbiri almak mecburiyetindedirler.”
2009’da bir kazada ağır yaralansa da, yaşıyor Baki Tuğ. Alzheimer illetinin onu da bulmaması için duacıyız elbette. Son anına kadar her şeyi hatırlasın diye.
***
Okuyucunun canını yeterince sıktık sanırım. Bu kadarı yeter. Bütün bu yazdıklarımızın çok önemli şeyler olmadığını da biliyoruz zaten. Ama tarihte figüranlar da vardır ve onları hatırlamak yararlıdır. Benzerleriyle karşılaştığımızda şıp diye tanıyabilmek için…