Demokratik bilinç, örgütlülük ve bağlı olarak hak mücadelelerinin geriletildiği dönemlerde ezilen toplumsal kesimlerin, halkların üzerindeki baskı ve hak gaspları da tavan yapmaktadır. Devrimci-demokratik mücadelenin kitleselleşerek yükselişe geçmesi ve hak arayışları 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle cevaplanmış; emekçilerin ve halkların, hak mücadelesi vermekte olan farklı toplumsal kesimlerin örgütlü mücadelesi darbelenerek geriletilmiş, ülke bir sermaye cennetine çevrilmişti.
O günden bugüne neredeyse yarım yüzyıla yaklaşan bir süreç içinde baskı ve tahakkümü, bağlı olarak yoğunlaştırılmış emek sömürüsünü, kadın düşmanlığını, doğa talanını ve halkların tasfiyesini esas alan politikalar daha da derinleştirilerek sürdürüldü. Politik bir tutum olarak genç kuşaklar, bilim ve aydınlanmanın ocakları olması gereken eğitim kurumlarında gerici-ırkçı müfredatların tezgâhından geçirildi, otoriter rejimlerinin toplumsal tabanı güçlendirildi.
Ödenen ve hâlâ ödenmekte olan bedellerin görünen ve görünmeyen boyutlarıyla hesabını tutmak kesinlikle mümkün değildir. Ve bu bedel emekçilere, kadınlara, halklara, gençliğe, çeşitli inanç gruplarına, devrimci-demokratlara ödetilmiş, ödetilmektedir.
Muktedirlerin, hakim sınıfların tahakküm aygıtı olarak her türlü hak gaspını tahakküm hukuku ve diğer tüm araçlarıyla perdeleyen, nesneleştirilenlere dayatan, meşrulaştıran, kapitalist çağın eli kanlı ve maskesiz tanrı devleti. Onun her an nefret, çelişki, çatışma, ölüm ve yıkım üreten lanetli ideolojisi milliyetçilik. Bu topraklardaki gerçekleşimi ise beyaz ve yeşil versiyonlarıyla tek tipçi, İttihatçı tahakküm biçimi.
Şimdi kan revan içinde bırakılmış bir ülke gerçekliğinde,
İnsanlığın kendini var ediş biçimi olan kolektiviteyi-toplumsallığı çiğneyerek hegemonik bir sistemi, devlet aygıtını inşa eden, kendi tahakküm ihtiyaçlarından hareketle tahakkümü meşrulaştıran bir tanrı tasarımı yaratan muktedirlerin ve sınıfların bu kurgusundan farklı biçimde,
Hakikat arayışının neticesi olarak kâinatı ve yaşamı kendi varından, “rıza ve ikrar üzerine kurulu biçimde” var eden kudret çözümlemesine ulaşan, toplumsal yaşam biçimini bu hakikat anlayışı üzerine temellendirmeyi esas alan, Hak manasının sırrına eren bu Yol’un talipleri olarak “İkrar mı?”, tahakkümcü zihniyet ve sisteme biat mı?.. Bu sorunun cevabı fiillerimiz üzerinden verilebilecektir.
Gerek birey-toplum bağlamında gerekse bir coğrafyadaki farklı etnik ya da inançsal halk gerçekliklerinin birbiriyle ilişkilenme biçimlerinde olsun, özgürleşme kolektif bir gerçekleşim olarak mümkün olabilir. Raa/Reya Heq-Alevi Yolu’nun talipleri olarak tüm varlığın aynı özün hal ve formları olduğunu, tümünün birbiriyle rıza ve ikrar bağı içinde olduğunu kabul ettiğimizden özgürlüğün de ancak kolektif bir olgu olarak yaşanabileceğini kavrayabiliriz. Eğer biat değil, ikrar ise özgürleşme rızalı-ikrarlı birlikle mümkünse duruşumuz, fiillerimiz bilme ve inanç biçimimizle örtüşmelidir. İkrarımıza yâr isek tahakkümcü zihniyet ve yapılanmaların yedeğine ya da paraleline düşemeyiz. Rızalı-ikrarlı birlik, öncelikle halihazırda ortak yaşam alanımız olan Anadolu ve Kürdistan coğrafyalarındaki halklarla gerçekleştireceğimiz birlik olmak durumundadır.
Çıplak şiddet, asimilasyon, göçertme gibi çoklu nedenlerle düşürüldüğümüz kaos halinden çıkış arayışlarına girilmiş ve bu süreç çeşitli kurumlaşmalara gidilerek cevaplanmaya, toplumsal varlığımız ve Yol’umuz yaşatılmaya çalışılmışsa bu tutum hakikatimizde ısrardır, tüm sürek ve etnik bileşenleriyle halklarımızın “ikrar” dediğinin kanıtıdır.
Mevcut örgütlülük biçimimizle dönemin tüm ihtiyaçlarına cevap olmak mümkün değilse de bu kurumlarımızın varlığı önemlidir. Halihazırdaki kurumlarımız hiç değilse bu kurumlarda örgütlü olan Alevilerin ve etki alanlarına giren önemli bir kitlemizin öncülük misyonunu da üstlenmiş durumundadırlar ki bu da ağır bir sorumluluktur.
Ötekileştirerek, nefret ve şiddet üreterek kendini var eden, Yol’umuzu ve toplumsal varlığımızı tanımayan, son tahlilde kesin yok oluşu dayatan sistem ve siyasal akımları, örgütlülükleri karşısında Aleviler olarak hak mücadelesi vermekte olan mazlumlarla ilkeli, hak temelli ittifaklar kurmak, yol yürümek hem ikrarımızın hem de toplumsal ihtiyaçlarımızın gereğidir.
Yol’un her makamı nasıl ki iktidar değil de hizmet makamıysa mevcut Alevi örgütlülüklerinin yönetim ve diğer makamları da sadece hizmet makamlarıdır. Kurumsal duruşun belirleyeni yöneticilerin ideolojik tercihleri değil, Yol’un temel düsturları olmak zorundadır.
Aşk ile