Alevlerin asimilasyon olgusunu, iktidar ve sermaye tekellerinin toplum üzerinde uyguladıkları iktidar ve sömürü mekanizması olarak ele almaları tarihi bir saptamadır
İnanç, birey ve toplum için sonradan gereksinim duyduğu ve geliştirdiği bir kimlik değildir; bireyin öncelikle doğa ile olan ikrarlı ilişkisinin sonucunda gelişen, kâinat ile de ilişkilenen bir düşünüş, var oluş yöntemidir.
İnsanlık tarih boyunca, yaşam içindeki her tecrübesini, gözlemini, birikimini, ulaşamadığı birçok varlığın yaşamındaki yerini, etkisini anlama çabasına girmiştir. Bu hakikat ve özgürlük arayışına aşk ile girerken çeşitli yol ve yönteme baş vurmuştur. Yol esasla, yön ise usulle ilgilidir. Alevi düşün dünyasında “Yol cümleden uludur” düsturu bu hakikati dile getirir. Din, mezhep ya da farklı inanç sürekleri devletçi uygarlık döneminde komin değerlerinden, ahlakî yönlerinden koparıldılar.
Din, mezhep, tarikat ve cemaatler toplumsal faydanın inşa edilmesi, ahlakiliği esas alması gibi toplumsal amaca hizmet ettikleri bilinir. Özellikle ulus devlet modelinde din ve mezhepler milliyetçilikle özdeş tutuldu veya milliyetçiliği besleyen temel kaynak haline geldi.
Özellikle Ortadoğu’da milliyetçilik her zaman dinden beslendi. Ulus devletlerin kurulması ile beraber inançlar arasındaki ayrışma derinleşti. Dinler, tarikatlar, mezhepler, cemaatler artık toplumsal faydadan uzaklaşmış, iktidarın tekelinde; itaatin dini söylemlerle meşrulaştırılmasının aracı haline getirildi.
Cumhuriyet modernitesinin devlet aklı sosyo-politik kültür içerisinde toplumu dikey olarak bölen hakim millet anlayışını devam ettirdi. Tüm kültürel farklılıklar, zenginlik olarak değil birer tehlike olarak kabul edildi. Çağdaş, demokratik, laik, ilerici, modern sıfatlarla tanımlanan yeni rejim 3 Mart 1924 tarihinde 1875’te Şeyhülislamlığın yerine kurulan “Şer’iye Vekâleti”ni kaldırarak Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurdu. Artık devletin resmi bir dini vardı. 1924 Anayasası ile beraber Osmanlı’daki din ve mezhep eksenli millet-i hâkime anlayışı Türkiye Cumhuriyet’inde etno-dinsel temeller üzerinde yeniden inşa edildi. Cumhuriyet’le beraber “yeni sürüm hakim millet anlayışı”, “laik, Sünnî, Müslüman, Türk Hanifi” gibi özellikler tek bedende birleşerek yeni “Türklük Sözleşmesini” oluşturdu. Gelinen aşamada Diyanet İşleri Başkanlığı bir inanç kurumu olmaktan ziyade farklı etnik ve dini kimliklerin yurttaş olarak talepkârlıklarına yönelik siyaset belirleyen bir kurum haline gelerek; iktidara gelen tüm partilerin resmi ideolojiyi sürdürmelerinin en güçlü ideolojik aygıtı haline geldi. Bugüne kadar gelen çelişki ve çatışmaların birçok nedeni farklılıkların tekleştirilmesi anlayışı oldu.
Alevilerin ve Alevi kurumlarının sık sık gündemleştirdikleri “Diyanet İşleri Başkanlığı ve Zorunlu Din Derslerinin” kaldırılması etkinliklerini yürütürken “kurucu resmi ideolojiye” yönelik doğru bir tarihsel değerlendirme yapmaları demokratik mücadelelerine ivme kazandıracaktır.
Diyanet İşleri Başkanlığı gibi misyon sahibi olan içteki “Hınzır Paşalara” karşı meydan kurulmadan asimilasyona karşı nasıl mücadele edilecek? “Yerel Diyanet” gibi sorumluluklar alan seçilmişlerle hangi ilke ile bir araya gelinecek? Diyanet karşıtlığı İslam karşıtlığı algısına yol açar mı? Sorularının cevabı bir çözüm yöntemini içinde barındırır.
Alevilerin, asimilasyon olgusunu sadece Diyanet ve din derslerine indirgemeleri sosyolojik ve sınıfsal bakış açısıyla Cumhuriyet modernitesini ele almadıkları anlamına gelir.
Alevilerin asimilasyon olgusunu, iktidar ve sermaye tekellerinin toplum üzerinde uyguladıkları iktidar ve sömürü mekanizması olarak ele almaları herkesten çok kendilerinin ihtiyaç duyduğu tarihi bir saptamadır.