Birinci Dünya Savaşı’na asker olarak katılan Erich Maria Remarque’ın romanı “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”, Almanya-Fransa arasındaki savaşta dört yıl boyunca binlerce askerin hayatını kaybettiği batı cephesi hattını konu edinen, savaş karşıtlığının en iyi başyapıtlarından. Romanın ilk olarak 1930 yılında Lewis Milostone’ın yönettiği filme uyarlanmasının üstünden 92 yıl geçmişken, “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” Netflix’te 2022 yapımı olarak tekrar gösterimde. Yeni versiyon hakkında farklı değerlendirmeler yapılsa da filmin savaş karşıtı içeriğinin göz ardı edilerek daha ziyade aksiyon sahneleri, görsel efektler ve çekim başarısı gayretinin öne çıktığı görülüyor. Erol Köroğlu, Artı Gerçek’te yazdığı makalesinde “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” için “1930’daki romana sadık ilk film uyarlamasının ters yüz edildiğini, savaş karşıtı bir filmden bir savaş pornosu üretildiğine” değiniyor.
Belirsizlik rejimi yeni faşizmi işaret ediyor
Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarına damgasını vuran en önemli tarihsel olay, İtalya ve Almanya’da gelişen faşizmdir. Kapitalist devletlerin ulusçu ideolojilerini besleyen bu tarihsel döngünün tanıklığını, dünya halkları her dönem edebiyata, şiire, tiyatroya ve sinemaya yansıtmıştır. Günümüzde bizlerin tanık olduğu hakikat ise dün ve bugünkü faşist liderlerin söylem, tutum ve davranışlarının benzeştiğidir.
Bu konuda 1930’ların, 1970’lerin ve 2022’nin dünya düzeni ile devletlerinin geçirdiği değişim süreçlerini dikkate almadan bir değerlendirme yapmak mümkün görünmüyor. Özellikle pandemi sonrası açığa çıkan, gizlenemeyen küresel şirket ve devlet ilişkileri, belirsizlik rejimini ve yeni bir faşizmi işaret ediyor.
Bu rejimlerin dayanağının “yerli ve milli motif”, yayılmacılık, milliyetçilik, biyolojik ırkçılık, militarizm, otoriterleşme, devletle özdeşleşmiş siyasi kimlik, paramiliter yapıların örgütlenmesi, kadın düşmanlığı ve oligark iş insanları yaratarak, şirketlerin devlet üzerindeki egemenliklerini artırmak olduğunu genel olarak söyleyebiliriz. Bulunduğumuz coğrafyada bu özellikleri taşıyan yeterince devlet var. Hatta Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ve işgalinden sonra bu tür devletlerin vahşiliğini çıplak gözle de görmek mümkün.
Başka’yı yok etmek
Yeniden Netflix’e dönersek, geçen yıl izlediğimiz Kulüp dizisinin hikayesi, İttihat ve Terakki geleneğine sahip devletin neler yapabileceğini hatırlattı hepimize. Dizide, Varlık Vergisi bahanesi ile gayrimüslimlere yaşatılan trajik olayların belki de en hafiflerine tanık olduk. Oysa vergisini ödeyemeyenler Erzurum’un Aşkale ilçesine taş kırmaya gönderildi; kimileri bu ağır koşullara direnerek hayatta kalmayı başardı, kimileri göçtü, kimileri de dayanamayarak öldü. Kulüp’te çok kimlikli farklı kültürlere sahip halkların tasfiyesini izlerken aslında devletin iç yüzüne bir kez daha tanıklık ettik.
Pardon Paşam
İstanbul’da yaşayan gayrimüslimler 1955 yılında, sadece bir yalan haberle hedef haline getirildi. Dışişleri yetkilileri Londra’da Kıbrıs temaslarına devam ederken Selanik’te Atatürk’ün evine Yunanlılar tarafından bomba atıldığı haberinin yayılması üzerine, 6 Eylül 1955’te ellerinde kazma, balta ve sopalarla sokaklara dökülen binlerce kişi, gayrimüslimlere ait ev ve iş yerlerini yakıp yıktı.
Tuğgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, Gazeteci Fatih Güllapoğlu’na zamanında şunları söylemişti:
“….
-Pardon Paşam anlamadım, 6-7 Eylül olayları mı?
-Tabi. 6-7 Eylül de, bir özel harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?
-E, evet Paşam!…”
(Türk Gladio’su için Bazı İpuçları, Tempo Dergisi, S. 24, 9-15 Haziran 1991)
Celal Bayar’ın, İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce, etrafındakilerin duyacağı bir sesle dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik’e “galiba dozu kaçırdık” dediği olaylarda 15 kişi hayatını kaybetmişti.
‘Her şey net, görünüyor’
Ezelden beri, ilgili bakanların açıklamaları ve çelişkileri ile olaylar sonrası ortaya çıkan soru işaretlerini konuşamayan, sorgulayamayan bir demokrasiye sahip ülkede yaşıyoruz. Devletin geçmişten miraslı gizli yüzünü İstiklal Caddesi’ndeki son katliamdan sonraki gelişmelerle saklandığı yerden sanki tekrar gördük.
‘Her şey net, görünüyor’ demek ne kadar zorlaştı ve bunu konuşabilen ne kadar az kişiyle karşılaşır olduk.. Her şeyin üzeri örtülmüş. Belli ki merkezden yayılan kötülüğün, etik dışılığın etrafımızda üretilmesine, ‘gerçek’ olan ‘doğrudur olan’ kılıfına sokularak güçlü kılınmasını seyreden özneler diyarındaymışız.
Mehmed’lerin Kitabı…
Nadire Mater’in 1999 yılında Metis Yayınları’ndan çıkan Mehmedin Kitabı eseri, tam da benzer nitelikteki bir savaşın iç yüzünün belgeseli niteliğini taşıyor. Nadire, Mehmedin Kitabı’nı 42 genç askerin nasıl yazdığını şu şekilde anlatmıştı: “Onlar askerliklerini 1984-98 arasında Güneydoğu’da, Olağanüstü Hal Bölgesi’nde yaptılar. Başlarından geçenlerin muhasebesini sizlerle paylaşma cesaretini göstererek bu kitabı yarattılar.”
Mehmedin Kitabı’nda sosyolojik ya da politik değerlendirmeler yapmanın amaçlanmadığı özellikle belirtiliyor. Kitabın yayınlanma amacı, “isteyerek ya da istemeyerek kendilerini çatışmanın ortasında bulan kanlı canlı insanların sesini topluma duyurmak, yaşananlara onların baktığı yerden de bakılmasını sağlamak” şeklinde ifade ediliyor.
Ve deniyor ki: “Dünyadaki hiçbir savaş haberlerdeki, TV görüntülerindeki gibi olmamıştır. Mermiler parçalar, yaralar, sakatlar ve öldürür. Orada olmak, asker olarak çatışmanın tam ortasında olmak başkalarına nasıl aktarılabilir ki? Adları ne olursa olsun askeri Mehmet diye biliriz. Oysa askerler de hepimiz gibi birilerinin çocukları, kardeşi, eşi, sevgilisi ya da babası olan adı sanı belli insanlardır.”
Nadire Mater’in 23 yıl önce yazdığı Mehmedin Kitabı, savaş karşıtı eserler arasında kitaplığımızda duruyor.
Milyonlarca Kürdün hassasiyeti
Ancak çatışmalar, kısa süre devam eden çözüm süreci dışında hiç durmadı. Şimdilerde çözüm sürecinin baş aktörü Öcalan yaklaşık iki yıldır tecrit altında, dünya ile ilişkisi kesilmiş durumda. Bu konu sadece Türkiye’deki Kürtlerin değil, bölgede ve dünyadaki milyonlarca Kürdün hassasiyetle takip ettiği bir konu.
Ve Türkiye seçimlere gidiyor. Bütün hesaplar ve iktidarın kurgusu devrede. AKP- MHP bloğunun seçim stratejisi “milli birlik” üzerine kurulu ve bu konuda ahalinin “milli irade”sini gösterilmesi isteniyor. ‘’Milli iradenin’’ yansımalarını daha çok hissedeceğimiz sert günlere doğru yol alıyoruz.
Geleceğimiz için ise “vatan hainleri”, “teröristler”, “bölücüler”, “dış mihraklar’’ olarak “biz buradayız” demekten başka yolumuz yok!