Bu köşede yayımlanan önceki iki yazıda, AKP’nin “sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılması” adı altında kamusal emeklilik hakkını ortadan kaldırmak istediğini, nüfusun giderek yaşlanmasıyla bozulduğunu iddia ettiği “aktüeryal denge”yi de buna gerekçe olarak gösterdiğini belirtmiş; ancak hükümet çevrelerinin bu iddiasının gerçek dışı olduğunu SGK ve TÜİK verilerine dayanarak ortaya koymaya çalışmıştık.
Kısaca anımsatmak gerekirse, SGK kapsamında “aktif” durumda olup, sisteme prim ödeyen sigortalı sayısı 25 milyon 570 bin iken “pasif” durumda olup, sistemden aylık veya gelir alanlar 16 milyon 346 bin kişidir ve bu da aktif/pasif oranının 1.65 civarında olduğunu göstermektedir (Sosyal güvenlik sisteminin Türkiye’de olduğu gibi emekçilerin ödedikleri primlerle finanse edildiği ülkelerde aktif/pasif oranı 2.5’e kadar çıkmaktadır.). Burada “aktüeryal denge” olarak da tanımlanan aktif/pasif dengesinin bozukluğundan söz edilecekse, bunun sebebi “pasif” tarafın yani “emekli aylığı alan sayısının” fazla olması değil, “aktif” olanların sayıca düşük olmasıdır. Bunun temel nedeni ise işgücüne ve istihdama katılımın düşük olmasıdır. TÜİK (Haziran 2024) verilerine göre Türkiye, 54,4’lük işgücüne katılma oranı ile OECD ülkeleri içinde en son sıralarda yer alırken (OECD ortalaması yüzde 61’dir.), yüzde 49,3’lük istihdam oranıyla sonuncu sıradadır (OECD ortalaması yüzde 70’in üzerindedir.).
Bu hafta, geçen iki haftadaki yazının devamı olarak “aktüeryal denge”nin bozulmasında en önemli etken olan işgücüne katılımın (çalışma çağı nüfus -15-64 yaş- içinde bir işte çalışma isteğinde olanlar) neden düşük olduğuna değineceğiz (İstihdamın düşük olmasının nedenlerini ise başka bir yazıya bırakacağız.).
İşgücüne katılımın düşük olmasının nedenlerine değinmeden önce şunu belirtmek gerekir: Kapitalist sistemde (mülkü, serveti olmayanlar için) çalışmak, yaşamı sürdürecek gelir elde etmenin yegane yoludur. Türkiye’de çalışma çağında olup bir işte çalışma isteğinde bulunmayanlar, 30 milyonu aşmaktadır (Bunun 21 milyonu kadın, 9 milyonu erkektir.). TÜİK’in bu verilerine bakarak, Türkiye’de 30 milyon kişinin yaşamını sürdürecek bir gelire ihtiyacı olmadığı için işgücüne katılmadığını söylemek mümkün müdür?
Nüfusunun çok büyük bölümünün yoksulluk ve hatta açlık sınırının altında gelirle yaşadığı bir ülkede insanların ihtiyaçlarının olmadığı, refah içinde yaşadığı için çalışma arzusunda bulunmadıklarını söylemek elbette mümkün değildir. Türkiye’de çalışma arzusunda olmamanın en önemli nedeni refah içinde yaşıyor olmak değil tam tersine, “çalışarak elde edilen gelirin yaşamı sürdürmek için yeterli olmaması”dır!
Türkiye, OECD ülkeleri içinde çalışma sürelerinin en uzun; iş cinayetlerinin, çalışan yoksulluğunun en yüksek, sosyal hakların en zayıf olduğu ülkelerin başında gelmektedir. Öte yandan Türkiye Dünya Sendikalar Konfederasyonu (ITUC)’un Küresel Hak İhlalleri Raporu’na göre dünyada çalışma koşullarının en kötü olduğu 10 ülke içinde yer almaktadır.
Türkiye’de istihdam edilen ücretlilerin yarıdan fazlası, bugün açlık sınırının hayli altında kalan asgari ücret (ya da civarında bir ücret) karşılığında çalıştırılmaktadır. Öte yandan 80’lerden bu yana uygulanan neoliberal politikalarla -başta emeklilik olmak üzere- emekçilerin sosyal haklara ulaşabilmesi, neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Çalışma süresinin günde 10-12 saati aştığı, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerinin olmadığı; bu zor şartlarda gerçekleşen çalışmanın karşılığında alınan ücretle beslenme, barınma gibi en temel ihtiyaçların bile karşılanamadığının yanı sıra iş güvencesi ve sosyal güvenceden de yoksun olunan koşullarda çalışmanın arzu edilmemesi şaşırtıcı değildir. Kaldı ki bir işte çalışmak temel ihtiyaçların yanı sıra bir takım ek maliyetler (ulaşım, giyim, öğle yemeği, kreş vs) de getirmektedir. Dolayısıyla çalışarak ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan emekçiler, çalışmanın getireceği bu ek külfete de katlanmak istememekte; çalışmaktan daha “ekonomik” gördüğü için çalışmamayı tercih edebilmektedir.
Bu bağlamda, sosyal haklar ve çalışma standartlarında emekçiler aleyhine yapılan düzenlemeler, onları en kötü koşullarda çalışmaya razı etmediği gibi çalışma arzusundan uzaklaştırmakta ve böylece emeklilik sisteminin aktif tarafını belirleyen işgücüne katılımını da azaltmaktadır. Dolayısıyla sosyal güvenlik sisteminde yapılmak istenen düzenlemelerle, kamusal emeklilik sisteminin tasfiye edilmesinin gerekçesi yapılan “aktüeryal denge”nin -yaratılmak istenen algının aksine- daha da bozulması kaçınılmazdır.
AKP hükümeti, kamusal emeklilik sistemini tasfiye etmenin yanı sıra, emekçilerin haklarına yönelik bir başka saldırının daha hazırlığı içindedir. İktidar/sermaye yanlısı medyadan yansıyan haberlere göre, önümüzdeki kabine toplantısında İş Kanunu’nda yapılacak düzenlemelerle esnek (ve aynı zamanda güvencesiz) çalışma rejiminin yaygınlaşması ve kalıcılaşması gündeme getirilecektir. Bu ise, emekçilerin çalışma arzusunu azaltarak “aktüeryal denge”nin daha da bozulmasında bir başka etken olacaktır.
Sözün özü: Orta Vadeli Program (OVP), 12. Kalkınma Planı gibi belgelerde ve iktidar çevrelerinde emeklilik sisteminin sürdürülebilirliği için gündeme getirilen “aktüeryal denge”nin düzelmesi için kamusal emeklilik hakkını ortadan kaldırmak yerine çalışma arzusunu engelleyen derin sömürü koşullarına son verilmelidir. Bir avuç sermayedarın çıkarları yerine toplumun genel yararı gözetilerek uygulanacak politikalarla insanca çalışma ve yaşama koşulları sağlanırken, işgücüne katılım, istihdam ve ücretlerle birlikte emekçilerin ve emeklilerin refahını arttırmak da mümkün olacaktır.