Türkiye 2019’da askeri harcamalara GSYİH’nin yüzde 2,7’sini ayırmıştı. 2010-2019 arasında askeri harcamalar yüzde 86 artışla 20,4 milyar dolara varmıştı.
Buna karşılık,Türkiye 1995-1999 arasında dünyanın üçüncü büyük silah ithalatçısıyken 2015-2019 arasında on beşinci sıraya gerilemiş, silah ithal harcamaları yüzde 48 azalmıştı.
Artışı açıklamak feraset gerektirmiyor. Stockholm Barış Araştırmaları Kurumu, (SIPRI) beklendiği gibi, bunu, Türkiye’nin “hızlı askeri teçhizat teslimatı için daha fazla harcama yapması”na ve “bir yandan da yüklü miktarda silah satın alması”na bağlıyor ve “Suriye’deki Kürt gruplara karşı askeri harekâtın çok fazla paraya mal olduğu”na işaret ediyor. Gelecek yıl 2020 raporu açıklandığında Akdeniz ve Libya’da süren deniz ve hava harekatlarının maliyetinin dudak uçuklattığı da görülecek.
Askeri harcamalar artarken, silah ithalatına ayrılan pay azalıyorsa, para kime ödeniyor? Elbette menfaatleri yurtta ve dünyada savaşa çıpalanmış “yerli ve milli” silah üreticilerine. “Kediye göre budu”: Türkiye’nin toplam küresel askeri harcamalarındaki payı yüzde 1,1 olsa da artık nur topu gibi bir “askeri-sınai kompleks”imiz var. Erdoğan, kızı, damadı ve dünürünün merkezinde yer aldığı, diğer tedarikçilerin çevresine dizildiği bu kompleks Saray’ın tam ortasında. Cumhurbaşkanı damadından silah satın aldırıyor. Parasını o damada öbür damat ödüyor: Sınır ötesinde ve açık denizlerdeki “yeni vatan”ımız için!
Türkiye on yılda “katil İHA” (“killer drone”) üretiminde, çok gerilerden gelerek askeri teknoloji devleri ABD, Çin ve Britanya’nın hemen arkasına yerleşti. İdlib’de Rus ve Suriye güçlerine, Libya’da Hafter ordusuna, Rojava, Başur ve Bakur’da Kürt güçlerine karşı kullanılan “katil İHA”lar uyarı atışı yapmıyor, kimseyi teslim almıyor. Tek görevleri sivil-asker ayrımı gözetmeksizin öldürmek. “Katil İHA”lar sivil öldürmekte “Kirpi”lerle yarışıyor.
“Eşitsiz ve bileşik gelişme” yasasının özgül koşullardaki bir tezahürüyle karşı karşıyayız. Türkiye, köklü bir sanayi devrimi, bilimsel ve teknolojik devrim ve bilişim devriminden geçmede;henüz gelişmiş bir otomotiv ve uçak endüstrisi olmaksızın “uçan nesneler” evreninin ön saflarına konuyor. Bu gelişme gerçekten “eşitsiz” ama teknolojiyi elinde tutan sınıfın gericiliğiyle “bileşik”: Mutlakiyetten arta kalmış bütün arkaik hakimiyet şekillerini son teknolojilerle beziyor; sömürgecilik ve doğu despotizminden tevarüs edilmiş caniyane baskı yöntemlerini “savaş oyunu” suretinde hortlatıyor.
21. yüzyılda Osmanoğullarının “devşirme ordu” geleneği de “Katil İHA”larla eş zamanlı olarak ihya oluyor. Kandaş barbar kavimlerin imparatorluklar üzerine elde kılıç yürüyerek toprak kölelerini ayağa kaldırdıkları “fetih” söylenceleri Rojava’da özgür üretici köylülerin toprağına, tarlasına, zeytinine, buğdayına vasal ülke adına el koyan cihatçı katil sürülerinin gaddarlık ve talanına kılıf oluyor.
“Ey Batı” diye diye hilal-salip kavgalarının sözde hıncını parodiye dönüştürenler Britanya Krallığı’nın Hindistan’a, Filistin’e, Irak’a gönderdiği sömürge ordularına; Fransa Cumhuriyeti’nin Cezayir’e, Vietnam’a, Suriye’ye taşıdığı lejyonlara öykünmekten ar etmiyor; kelle kesicileri ay yıldızlarla donatarak Kürdistan’a, Libya’ya, Somali’ye uçuruyorlar.
Tarihe gecikerek girmek, “eşitsiz ve bileşik gelişme”nin sunduğu fırsatlarla bir an için telafi edilebilse de üretim tarzlarının belirlediği aşılmaz sınırlar var. Barbar kavimler çökmekte olan medeniyetleri çökertir ama onların kalıbına girerek; yaşar kalan dinamikleriyle bütünleşerek; onların bürokrasisini, ilmini, sanatını üretim biçimlerini devralarak barbarlıktan çıkarlardı. Göçebe Oğuz Türkmenleri de tarihe at sırtında girdiler; Rumîleşerek (Romalılaşarak) bir imparatorluğa dönüştüler. Ne var ki, katlanılmaz vergi ve haraçlarıyla kapitalist üretim tarzının; despotizmleriyle özgürlük ve kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin önünde tutunamadılar. Saltanatları ve hilafetleriyle tarihe karışıp 500 yıl içinde geldikleri yollardan, çıktıkları yere döndüler. Bu, neresinden bakarsanız hem yöneten hem yönetilen için dört başı mamur bir trajediydi.
21. yüzyılda kapitalizm miadını dolduruyor ve insanlık, dünyanın tamamının bütün insanların öz vatanı olacağı bir geleceğin hayaliyle dolup taşıyor. Böyle bir çağda sırf bir “katil İHA” filosuna sahip oldukları ve günde beş vakit namaz kıldıkları için Osmanoğullarının parlak günlerine geri dönebileceği hülyasıyla sonu gelmez savaşları davet edenler bir trajik komedinin merkezinde yaşıyorlar. Gülünç halleri tesellimiz olamıyor çünkü trajedi yoksul ve çalışan çoğunluğun payına düşüyor.