“Türkiye’de işsizlik”, ekonomide kriz olsa da olmasa da çözülemeyen hatta yapısal hale gelmiş toplumsal bir sorun nicedir. 1980’lerden bu yana siyasi iktidarlar, işsizliği önlemek iddiasıyla pek çok program açıklamışlarsa da, uyguladıkları “neoliberal politikalarla tarım ve tarıma dayalı sanayinin ihmal edilmesi, Ortadoğu’daki savaşlara müdahil olunmasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da sınır ticaretinin durması, Kürt sorununa barışçı çözüm yerine benimsenen çatışmalı süreç… gibi” politikalarla işsizliği daha da derinleştirmişlerdir.
Bu politikaların sonucunda nüfusun neredeyse dörtte biri kentlere göç ederek kentleri -işsizlik başta olmak üzere- sorun yumağı haline getirmiştir. İşsiz yığınların ucuz iş gücü olarak kullanılması ve bunlar üzerinden küresel rekabette kendine yer edinme politikaları da başarısızlığa uğramış, göçle kentlere gelenlere iş alanları yaratılması bir yana, işi olan emekçilerin önemli bölümü de işlerini kaybetmiştir.
İşsizlik, ekmeğini emeği ile kazanmak zorunda olanlar için yaşamsal bir sorundur. Emekçilerin sınıf bilincinden uzak, örgütsüz olduğu koşullarda kendi aralarındaki rekabetin yoğunlaşması bu sorunu daha da büyütür. Patronlar, emekçiler arasındaki rekabeti, işçileri daha kötü koşullarda, daha düşük ücretle ve güvencesiz çalıştırmanın fırsatı olarak değerlendirir. Kendi aralarındaki rekabeti engelleyecek örgütlü mücadeleyi sağlayamayan emekçiler ise giderek kötüleşen çalışma ve yaşam koşullarına karşı bireysel kurtuluş yolları arar.
Geçtiğimiz birkaç on yıl içinde bireysel kurtuluş için en çok başvurulan yol “eğitim alanı” olmuştur. Diplomanın emek piyasasında avantaj sağlayacağı düşüncesi, ilk yaşlardan itibaren üniversite eğitimini, çocukların yaşamını şekillendirecek temel hedef haline getirmiştir.
Kişisel kurtuluş yolu olarak görülen üniversitelere artan talep, gerek sermaye gerekse siyasi iktidar tarafından fırsat olarak değerlendirilmiştir. Üniversiteye hazırlık için -öncelikle üniversite öncesi eğitim- özel okullar, dershaneler vs ile piyasalaşırken; vakıf görüntüsü altında özel üniversiteler açılmış, kamu üniversiteleriyse öğrencilerin müşteri olarak görüldüğü ticarethanelere dönüştürülmüştür. 2002 yılında 76 olan üniversite sayısı, geçen 17 yılda 207’ye ulaşmıştır. Artış üniversite sayısıyla kalmamış, mevcut kontenjanlar arttırılarak ve ikinci öğretimle öğrenci sayısı, eşi benzeri görülmemiş ölçüde yükselmiştir.
2002 yılında 1 milyon 677 bin olan yüksek öğretimdeki öğrenci sayısı 2019 yılında yüzde 450 (4,5 kat) artarak 7 milyon 740 bine ulaşmıştır. Oysa aynı dönemde Türkiye nüfusu yüzde 25 artmıştır. Daha açık ifade etmek gerekirse 2002 yılında nüfusun yüzde 2.5’i yüksek öğretimdeyken 2019’da bu oran neredeyse 4 kat artarak yüzde 9.43’e çıkmıştır. Yüksek öğretimdeki öğrenci sayısındaki bu olağanüstü artış, Cumhurbaşkanı’nın çeşitli vesilelerle değindiği gibi övünülecek bir durum(!) olarak lanse edilmiştir üstelik.
Kuşkusuz üniversitede verilen eğitim-öğretimin niteliği hiç olmazsa korunmuş olsa (nitelik kaybı 1980’lerde başlamıştır) yüksek öğretim görmüş nüfusun artması bir övünç nedeni olurdu belki. Ancak sayısal artışa karşın, yüksek öğretimde nitelik; akademik özgürlüklerin kısıtlanması başta olmak üzere birçok nedenle telafisi mümkün olmayacak biçimde kötüleşmiştir. Öte yandan üniversite diplomasına sahip olmak, beklendiği gibi emek piyasasında daha iyi koşullarda daha kolay iş bulma olanağı sağlamamıştır. Aksine yüksek öğretim mezunları arasında işsizlik her geçen yıl daha da artmıştır. Örneğin 2018’de lise mezunu gençler arasında işsizlik yüzde 22 iken yüksek okul mezunları arasında bu oran yüzde 30.6 olmuştur. Ocak 2018’de 837 bin olan yüksek öğrenimli işsiz sayısı Ekim 2019’da 1 milyon 176 bine yükselmiştir.
Akademik olarak nitelikten yoksun ve verdiği diplomalar emek piyasasında bir avantaj sağlamamasına karşın üniversitelere talep halen yüksektir. Yukarıda değindiğimiz gibi “öğrenciyi müşteri gören anlayış” bu talebi kâra dönüştürmeye devam etmektedir. Ama bunun yanı sıra “milyonlarca gencin yüksek öğretimde olması”, TÜİK’in öğrencileri işsiz saymayan analizlerinde, AKP’nin yıllardır düşüremediği işsizliğin üzerinin bir nebze de olsa örtülmesine olanak vermektedir.Üniversite ve öğrenci sayısındaki artış, olsa olsa AKP’nin işsizliği önlemedeki başarısızlığını gizleme becerisinden dolayı bir övünç konusu olabilir. Ancak emekçiler için kendi aralarındaki rekabette üstünlük sağlamasına yararı olmayacağı açıktır. Üniversitelerin AKP’nin işsizlikle mücadeledeki başarısızlığının üzerini örtme aracı haline gelmesi ve buna karşı akademiden hiçbir sesin çıkmaması ise ayrıca düşündürücüdür!