Türkiye’nin yaşanılabilir bir ülke olabilmesi, birbiriyle ilişkili iki temel sorunun acilen çözülmesine bağlıdır. Bu sorunlardan biri gelir eşitsizliği, yoksulluk, işsizlik, sağlık, sosyal güvenlik gibi sosyal içerikli sorunlara neden olan ekonomi politikalarından kaynaklanırken diğeri demokrasiyi, insan haklarını, hukuku hiçe sayan otoriter yönetim anlayışından kaynaklanır.
Mevcut siyasi iktidardan bu sorunları çözmesini beklemek abesle iştigaldir. Zira -bu sorunlar AKP ile başlamış olmamakla birlikte- AKP, 22 yıllık iktidarının bekasını bu sorunların varlığına dayandırmış, üstelik çözüme olanak sağlayacak demokratik mekanizmaları da işlemez hale getiren otokratik bir rejim inşa etmiştir.
Bugün karşı karşıya olunan ekonomik sorunların kaynağı, AKP’nin daha önceki iktidarlardan devraldığı ve iktidarı boyunca “sadakatle” uyguladığı neoliberal yapısal uyum programıdır. Beslenme ve barınma gibi en temel ihtiyaçların dahi toplumun geniş kesimlerince karşılanamaz hale gelmiş olması, “sadakatle” uygulanan bu programın sonucudur. Hal böyleyken iktidar, neoliberal politikalardan geri adım atmak yerine mevcut sorunların çözümü olarak yine sorunun nedeni olan bu politikaları göstermekte; sermaye kesimini ve kapitalizmin uluslararası kurumlarının desteğini almak için yoksul, emekçi halkın sorunlarını daha da derinleştirmekten çekinmemektedir.
“Örgütlenme ve grev hakkının engellenmesi, basın ve akademik özgürlüklerin baskı altına alınması, kayyım siyasetiyle Kürt halkının özgür iradesinin yok sayılması, tamamen siyasallaşmış olan yargı eliyle iktidar için tehdit görülen siyasetçilerin hukuk hiçe sayılarak tutsak edilmesi…” otoriter yönetim anlayışına verilebilecek örneklerden sadece birkaçıdır. AKP’nin 12 Eylül darbe düzeni üzerine inşa ettiği otokratik rejim sayesinde bir taraftan ekonomi politikalarının bedelini yoksullaşarak, işsiz ve güvencesiz hale gelerek ödemek durumunda kalan emekçi halk kesimleri üzerinde baskı kurulmakta; öte taraftan yürütülen kimlik siyasetiyle halklar arasında çatışmaya varan kutuplaşmalara yol açılmaktadır.
Türkiye’nin önündeki temel sorunların aşılabilmesi için öncelikle “İktidarının bekası toplumun genel çıkarlarıyla taban tabana zıt olan bir siyasi yapı, 22 yıldır iktidar koltuğunda nasıl oturuyor?” sorusunun yanıtlanması gerekir. Anımsanacağı gibi AKP iktidara gelirken ekonomiden kaynaklanan sorunları çözmek konusunda toplumun önemli bir kesimini ikna etmişti. Özellikle AB’ye üyelik vaadiyle taçlandırılan bu süreçte AKP’ye ikna olanların başında liberaller, kimi sol partiler, sendikalar ve işçi, emekçi kitleler de vardı. Bunlar AKP’ye üç seçimde (2002, 2007 ve 2011) tek başına iktidar olma imkanını altın tepside sunmakla kalmayıp; 2010 Anayasa Referandumu’nda -daha sonra AKP’nin otokratik bir rejim inşa etmesine olanak sağlayan- yargıyı yürütmenin emir-komutasına sokan anayasa değişikliğini de destekledi.
Ancak 2011 sonrasında geniş toplum kesimlerine yönelik sosyal hakların iyileşeceği ve refahın yükseleceği vaatlerinin boşa çıkmasıyla AKP’ye yönelik halk desteği azalmaya başladı. Bunun üzerine “Yeni Osmanlıcılık” söylemiyle komşu ülkelerde yaratılan kaos ve cihatçı örgütlerin desteklenmesiyle körüklenen çatışma süreciyle eş zamanlı olarak “Kürt sorununda çözüm” süreci gündeme getirilerek ekonomide yaratılan hayal kırıklığı, telafi edilmeye çalışıldı.
2013 Newroz’unda ilan edilen “Kürt sorununda çözüm” sürecinde AKP’nin samimiyetsizliğinin açığa çıkması uzun sürmedi; IŞID’ın Kobanê’yi işgal girişimine yönelik olarak Erdoğan’ın “Kobanê düştü düşecek” açıklaması ve devletin bu yöndeki girişimleri süreci fiilen sona erdirdi.
Gerek ekonomik alanda karşılık bulmayan vaatler gerekse Kürt sorununun çözümünde riyakârlığın açığa çıkmasının ardından 7 Haziran 2015 seçimleri, halkın büyük kısmının AKP’yi iktidarda görmek istemediğini beyan etmesiyle sonuçlandı. Bunun üzerine sivilleri hedef alan bir dizi katliam (Suruç, 10 Ekim vb) çatışma sürecinin fitilini ateşlemeye yetti ve 1 Kasım 2015’te yenilenen seçimlerde AKP, MHP ile ittifak yaparak iktidarını korumayı başardı. Ardından da 15 Temmuz darbe girişimi bahane edilerek ilan edilen OHAL koşullarında yapılan referandumla otokratik rejim, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı altında kalıcı hale getirildi.
AKP’nin iktidar olduğu günden bugüne kadar “halka rağmen” iktidarını sürdürmesinde parlamentodaki muhalefetin rolü önemlidir. Her şeyden önce AKP’nin sadakatle uyguladığı, halkı yoksullaştıran, emek sömürüsünün önündeki sınırları kaldıran ve doğa katliamlarına yol veren neoliberal programa karşı -bu dönem boyunca ana muhalefet konumunda olan CHP başta olmak üzere- muhalefet partileri herhangi bir alternatif ortaya koy(a)mamıştır. Aynı durum Kürt sonunun çözümü ve toplumsal barışın sağlanması vb konular için de geçerlidir. Demokrasi ve özgürlükler konusunda çoğu zaman iktidarın bile gerisine düşen muhalefet, tüm riyakârlığına rağmen AKP’nin, çözümün adresi olarak görülmesine neden olmuştur.
Muhalefetin yanı sıra basın ve akademi de üzerindeki baskıları aşıp, gerçekleri toplumla paylaşamamış; sendikaların önemli bir kısmı iktidarın arka bahçesine dönüşürken, az sayıdaki sınıf örgütü ve demokratik kitle örgütü ise toplumsal muhalefeti harekete geçirmekte yetersiz kalmıştır.
Sonuç olarak, normalleşme, yumuşama vb nitelemelerle ülkenin temel sorunlarına çözüm arayışı içinde olanların -başta da söylediğimiz gibi- birbiriyle ilişkili iki temel soruna ilişkin somut çözüm önerilerini ortaya koyması gerekir. Bu bağlamda siyasi iktidarla mücadele/müzakere yürüttüğünü iddia eden CHP’nin ne “Kürt sorununun demokratik çözümü” ne de neoliberal politikalara karşı alternatif bir ekonomi programı konusunda toplumu ikna edecek bir alternatif sunduğunu söylemek mümkün değildir. Durum böyle olunca yazının başlığındaki soruya olumlu yanıt vermek de olanaksız hale gelmektedir.