Özgür Müftüoğlu
Ulus devlet, feodal devlete karşı kapitalizmin ortaya koyduğu devlet modeliydi. Ulus devletin ortaya çıkması için imparatorlukların dağılması, bunun için de imparatorlukları oluşturan farklı etnik kökenden halkların birbirinden ayrışması gerekiyordu. Böylece ulus devleti kuran egemen ulusun halkı dışında kalan, ötekileştirilen halklar sürgünle, tehcirle uzaklaştırılmış ya da asimile olmaya, kültürel ve siyasal haklarından vazgeçerek egemen ulusa biat etmeye zorlandı.
Kapitalist ülkelerin hemen tümü gibi Türkiye’de de ulus devletin oluşum ve gelişim süreci benzer aşamalardan geçti. Adı artık Cumhuriyet olan ülkenin üzerinde kurulduğu topraklarda yaşayan halkların çeşitliliği, bu ayrıştırma sürecinin diğer pek çok ülkeden daha sancılı olmasına neden oldu. Kanlı ve gözyaşının eksik olmadığı sürecin üzerinden geçen 100 yıla rağmen ayrıştırma ve zorla razı etme politikaları hala sürüyor.
Ayrımcılığın ulus devletin varlığına içkin olması, siyaseti de ayrımcılık üzerinden şekillendirmiştir haliyle. Zira siyaseti belirleyen ayrımcılık, sadece etnik köken üzerinden de değildir; inanç farklılıkları ve yine kapitalizmin ürünü olan laisizm de siyaseti şekillendiren temel ayrımcılık alanlarıdır.
Türklükle birlikte Sünni mezhebi de Türkiye’de ulus devlet yapılanmasının egemen unsuru yapıldı. Bu bağlamda siyaset kurumunda da Ermeniler, Rumlar ve Kürtlerin yanı sıra Alevilere yönelik ötekileştirme ve hatta düşmanlaştırma politikası da esas teşkil etti. Öte yandan laik-antilaik ayrışması da siyaseti belirleyen bir diğer etken oldu, seküler yaşam sürenler ile mütedeyyinler karşılıklı olarak birbirlerini ötekileştirdi.
AKP de 19 yıllık iktidarı boyunca ulus devletin tüm ayrımcı kodlarını, farklı zamanlarda farklı biçimlerde kendi iktidarının bekâsı için kullandı. Özellikle “tek adam” rejiminin tesis edilerek AKP’nin devlet partisi haline gelmesi ve aynı zamanda ideolojik üstünlüğünü ve yanı sıra toplumsal desteğini de kaybetmesiyle birlikte “AKP’li olmak ya da olmamak” üzerinden yeni bir ayrımcılık alanı yaratıldı. (AKP’yi destekleyen MHP ve mafya mensupları da bundan ziyadesiyle yararlandırılmakta.)
AKP’nin desteğini almak için halka sunabileceği inandırıcı hiçbir vaadi kalmadı. Geçen 19 yılda yolsuzluk, yoksulluk, işsizlik, gelir eşitsizliği hiç olmadığı kadar arttı, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik sistemi çöktü. Bu tablo karşısında muktedir parti, iktidarını sürdürebilmesinin tek yolunu partililerine ayrıcalıklar sunmakta gördü.
Önceki dönemlerde iktidara gelen tüm partilerin de kendi yandaşlarına bir takım ayrıcalıklar sağladığı bilinen bir gerçek elbette. Ancak devlet partisi haline gelen AKP’nin yarattığı ayrımcılık, toplumda köklü bölünmeye yol açacak boyutlara vardı.
“AKP’li olmak ya da olmamak” üzerinden gerçekleşen ayrışma toplumu dört yeni tabaka haline getirdi:
1. Kaymak tabaka: Bunlar tüm yasaların üzerinde her bakımdan sarayın koruması altındadır. Bütün ballı ihaleler bunlarındır, devletin en üst kademelerini işgal ederler ve birçok yerden maaş(lar) alırlar. Başları bir biçimde mevcut yasalarla derde girse, haklarındaki suçlama ne kadar açık ya da ağır olursa olsun (örneğin evlerinde çalışan yabancı uyruklu bir kadın, AKP’li bir vekilin tabancasından çıkan kurşunla ölmüş olsun ya da lüks içinde yaşayan parti çalışanının uyuşturucu kullandığı belirlensin veya organize suç örgütü liderliği yapsın) yargı tarafından derhal “ak”lanırlar. Yolsuzluklar ya da yanlış kararlarla devletin milyarlarca lira/dolar zarara uğratmaları ise zaten görmezden gelinir, hesabı sorulmaz.
2. Birinci sınıf vatandaşlar: AKP’nin üst kademeleriyle sıkı fıkı olamayan, kaymak tabaka içine giremeyen partililer ve yandaşlardır. Devletin tüm olanaklarından örneğin devlet kurumları ve devlet bağlantılı şirketlerin alt ve orta kademelerindeki işlerinden ve tüm sosyal yardımlardan öncelikli olarak faydalanırlar.
3. İkinci sınıf vatandaşlar: AKP’li ya da yandaş değillerdir. Bunlar kendilerini hep birinci sınıf vatandaş olarak görmeye, ulus devletin tercihleri doğrultusunda diğer kesimleri ötekileştirmeye alışmışlardır. Genellikle içlerinden ya da kendi aralarındaki sessiz sohbetlerde AKP’yi eleştirir, sayıp dökerler ancak bunun dışında bir şey yapmazlar. En radikal eylemleri, sosyal medyada adlarının önüne TC ibaresi, profillerine de Türk bayrağı ya da Atatürk resmi koymaktır. Kaderlerine razı olmuşlardır, tek umutları bir gün birinin gelip kendilerini kurtarmasıdır!
4. Vatan haini, terörist ilan edilen vatandaşlar: AKP’nin politikalarını eleştirirler, demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi değerleri savunur; hakları için mücadele ederler. Onlar; emeğinin karşılığını alamayan işçidir, çiftçidir; belediyesine kayyum atanan, siyasi temsilcileri tutsak edilen, partisi kapatılmak istenenlerdir; demokratik özerk üniversite talebiyle direnen öğrencilerdir; insan hakları ihlallerine karşı çıkan, barış isteyen akademisyenlerdir; pandemi ile mücadelede her gün meslektaşlarını kaybeden, ölüm riskiyle çalışmaya itiraz eden sağlıkçılardır, doğa katliamlarına karşı çıkanlardır. Onları ikinci sınıf vatandaşlardan ayıran, kaderlerine razı olamayıp demokratik yollarla mücadeleyi seçmeleridir.
Sözün özü: Ayrımcılık, büyük bir salgın hastalık gibidir. Bugün siz Ermeni’yi, Rum’u, Kürt’ü, Alevi’yi, mütedeyyin yaşamı ya da seküler yaşamı tercih edeni veya sığınmacıyı ötekileştirirsiniz, yarın da başkası gelir, bir partinin yandaşlığı üzerinden sizi ötekileştirir. Demokratik, adil bir düzende özgürce yaşamak isteniyorsa her şeyden önce bunun, diğer halklara rağmen ol(a)mayacağını idrak etmekten geçtiğini görmek gerekir. Diğer halkların ya da toplum kesimlerinin özgürlüğü sınırlanarak hiç kimse daha özgür olamaz. Bu nedenle halklar arasında her türlü ayrımcılığa karşı olunmalı ve bu ayrışmanın kapitalizmin ürünü olduğu dolayısıyla mücadelenin de nihai olarak kapitalizme karşı yürütülmesi gerektiği unutulmamalıdır!