Ekonomik krizin ve yüksek enflasyonun etkisini emekçiler gündelik hayatlarında ciddi bir şekilde hissederken, iktidar “kriz mriz yok, hepsi manipülasyon” diyerek akıllarımızla alay ediyor. Üzerinde yükseldikleri neoliberal sistemin krizini, “dış mihrakların saldırısı” diyerek siyasallaştıran ve toplumu bir seferberliğe çağıran iktidar, kendi yarattığı çöküntünün faturasını emekçilere ödetmeye çalışıyor. Sosyal haklar nasıl tırpanlanır, işçiler nasıl daha etkili bir şekilde sömürülür gibi konularda destek almak için ABD şirketleriyle görüşülüyor. McKinsey ile anlaşılır ya da anlaşılmaz, iktidarın sınıfın çalışma koşullarını ağırlaştırmak ve Çin tarzı bir sömürü sistemine geçmek niyetinde ısrar ettiği bir gerçek.
Emre Tansu Keten
Pazartesi Söyleşileri’nin bu haftaki konuğu Marmara Üniversitesi’nden Doç. Dr. Kurtar Tanyılmaz. Tanyılmaz’la krizin yapısal arka planını, AKP’nin yakın gelecekteki hedeflerini ve işçi sınıfının kriz karşısındaki konumunu konuştuk.
Erdoğan “kriz mriz yok” derken, AKP dışında yer alan liberaller iktidarın kötü ekonomi yönetiminden bahsediyor. Bu yaşananları nasıl açıklamak gerekir? Kötü yönetim mi, yoksa Türkiye ekonomisinin yapısal sorunları mı öne çıkıyor bu krizde?
Yaşananlara birkaç boyutla birlikte bakmakta fayda var. Bir tanesi, bu krizin arka planında büyük ölçüde dünya ekonomisinin giderek derinleşen bir depresyon karakteri eğiliminde olması. Bundan henüz kolay kolay çıkılabilmiş değil. Bunu nereden anlarız? Son yıllara baktığımızda dünya ekonomisinde durgunlaşma eğilimleri açık bir şekilde gözüküyor. Bazı ülkeler bunun içerisinde biraz daha hızla büyürken, bazıları daha yavaş büyüyor. Ama genel anlamda merkezdeki ülkelerde sabit sermaye yatırımlarına, ticaret hacmine bakarsak önümüzdeki sene için ciddi bir büyüme hızında azalma öngörülüyor. Hatta 2019 ve 2020 için tekrar bir resesyon ihtimalinden söz ediliyor. Ancak denilebilir ki, bu durum neden bütün ülkeleri aynı düzeyde etkilemiyor da, Arjantin’i, Brezilya’yı ve Türkiye’yi daha fazla etkiliyor. Bunun arkasında şöyle bir şey var: Bu ülkelerin dünya kapitalizmiyle ilişki kurma biçimlerinde bir dizi çelişkiler, gerilimler söz konusu ve bütün bunlar bu ülkeleri uluslararası finans sistemine bağımlı kılıyor. Bu çelişkilerin en çok berraklaştığı gösterge cari açık. Bu, bir anlamda yapısal bir sorun ve sadece son seneler ve AKP hükümetine özel bir sorun değil. Cari açık sorunu 30 sene önce de vardı, ancak tabi AKP döneminde bu sorun ciddi bir şekilde arttı.
Neden bu dönem arttı?
Dünya kapitalizmine göre daha az gelişmiş olan ve teknolojik olarak geri olan Türkiye kapitalizmi diğer ekonomilerle rekabet etmekte zorlanıyor. Bunun sağlamasını cari açıktan yapıyoruz. İhracat artıyor, ülkeye döviz giriyor, buna mukabil ithalat daha da artıyor ve daha fazla döviz çıkıyor. Bu dış ticaret açığını finanse etmeniz için dışarıdan borç bulmaya bağımlı olmak zorunda kalıyorsunuz. Aslında bu büyük burjuvazinin işine geliyor, daha kârlı bir üretim yapabiliyor. Ama bütün olarak baktığımızda, fatura Türkiye ekonomisine kesiliyor. 2001 krizinden itibaren, özellikle Kemal Derviş döneminde yapılan düzenlemelerle birlikte, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı üzerinden istikrar kazandırılmaya çalışıldı. Dışarıdan ucuza kredi bulabilmek için dünya piyasalarından daha yüksek faiz vereceksiniz ve sizin ülkenize döviz getirenlere, belli bir süre sonra parasını geri istediği zaman o paranın değeri düşmeden, yani enflasyonu koruyarak geri ödeyeceksiniz, bu konuda güven vermeniz lazım. Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, uluslararası finans çevrelerine bağımlılığın ifadesi bu anlamda.
Burada bir başka faktörü hesaba katmamız lazım. Özellikle son yıllarda, AKP yönetimi altında, bugüne kadar harfiyen uygulanan bu mekanizmaya, bir anlamda çomak sokulması durumu var. Ben faizleri arttırmam, gibi bir tavırdan söz ediyorum. Bu siyasi bir tavır aslında, ama iktisadi boyutları da var. AKP döneminde, büyüme rakamları, bir dizi inşaat, enerji ve ulaşım altyapıları bu dışarıdan gelen, düşük faizli kredilerle mümkün oldu. Bu aynı zamanda politik alanda AKP’ye manevra alanı sağlayan, toplum nezdinde “ekonomi büyüyor” algısı yaratan bir sistemdi. Dışarıdan ucuza kredi alıyorsunuz ve bunu ödeyeceğinizi taahhüt ediyorsunuz. Ancak, cari açığınız arttıkça ve paranızın değeri düştükçe, bu ucuz krediler gelmemeye başlıyor. O zaman, bu çevreleri yeniden cezbedebilmeniz için yüksek faiz vermeniz gerekiyor. Erdoğan da bunu istemiyor. Bunun nedeni, gerek kendisinin büyük ölçüde arkasını yasladığı MÜSİAD çevresi, gerekse yandaş olmasa da kendisiyle iyi geçinen büyük sermaye çevrelerini koruma dürtüsü. Diğer bir neden ise halkı yüksek enflasyonla baş başa bırakmama ve siyasi desteğini kaybetmeme kaygısı. Ancak gördüğümüz gibi, dışarıdan borç bulamayan birçok şirket, batma noktasına doğru hızla sürükleniyor. AKP yönetimi, yaşanan bu durum karşısında ilk olarak güven verme politikasını uyguluyor. Uluslararası finans çevrelerine güven vererek bu süreci aşmayı planlıyor.
Yeni Ekonomi Politikası’nda (YEP) bu süreçte nasıl bir işlev yükleniyor?
Deniyor ki, artık yeni ekonomi programı ile birlikte ithalatı azaltıp, yerli üretimi teşvik edeceğiz. Benim görebildiğim kadarıyla stratejik açıdan henüz bunun altını dolduracak bir hamle yapılmış değil. YEP’in temel amacı belli bir süre daha ihracatı teşvik etmenin yolunu sağlamak, bunun için de işgücü üzerindeki baskıları arttırmak. Bu bahsettiğimiz sistemden çıkmaya yönelik bir yaklaşım yok bu programda. O nedenle, bu koşullar içerisinde ihracatı arttırma hamlesi gerçekçi değil. Türkiye’nin dış ticaret açığına yol açan iki tane ana kalem var. Birincisi, enerji, diğeri ise ara girdiler. Bu program bunu çözemez. Bu nedenle esnek çalışma koşullarını arttırma, özellikle kamuda çalışanların iş güvencesini kaldırma, kıdem tazminatını yok etme gibi yöntemler öngörüyorlar. Bunun için IMF’ye gitmeden, IMF politikalarını uygulayabilmek için McKinsey çözümünü buldular. Aslında çok önceden beri konuşulan bir hedef olarak, Türkiye’yi Avrupa’nın Çin’i yapmak meselesi yine gündeme geldi. Bu, Çin gibi işgücü maliyetlerini en düşük seviyeye çekmek ve işgücü içerisinde rekabeti arttırmak anlamına geliyor. 3. Havalimanı işçilerine ve diğer işçi direnişlerine yönelik ağır baskıların da bununla doğrudan ilgisi var.
Suriyeli işçiler işgücü içerisinde rekabeti arttırmak için kullanılabilir mi?
Evet. Kısa bir süre önce yayımlanan bir araştırmada, Suriyeli mültecilerin büyük bir çoğunluğunun çok ağır koşullarda, çok düşük ücretlerle çalıştırıldığı ortaya konuldu. Bu yüzden, halkın bir kısmında oluşan ‘devlet Suriyelilere bakıyor, bize bakmıyor’ anlayışının önüne geçmek lazım. Burada tepki gösterilmesi gereken mülteciler değil devlet. Emekçiler, neden bize haklarımızı vermiyorsun diyerek iktidardan hesap sormalı.
YEP’in bahsettiğiniz, yapısal sorunlar yaratan, sistemden çıkma, alternatif bir modele geçme gibi bir hedefi var mı?
YEP, mevcut yapı içerisinde bir iyileşmeyi öngörüyor. Tersi, Gümrük Birliği’ni sorgulamayı getirir örneğin. Böyle bir niyet yok. Burada sadece sermaye birikiminin tıkanıklıklarını nasıl aşarız sorusu soruluyor. Aslında burada, büyük burjuvazi içerisindeki bir ayrışmadan da söz etmeliyiz. Bu durum, krizin daha da derinleşmesine ve çalkantılı gitmesine yol açıyor. Evet, AKP genellikle büyük burjuvazinin ortak ve genel çıkarları doğrultusunda hareket ederken, aynı zamanda, stratejik olarak farklı ittifaklar peşinde. Kurduğu ilişkiler belli. Bir yandan NATO ülkesisiniz, ancak diğer yandan Rusya’dan füze alıyorsunuz, AB sizin asıl pazarınızken, Ortadoğu ülkeleriyle ticari ilişkilere ağırlık vermek istiyorsunuz. Bu gibi çelişkiler, krizin derinleşmesine yol açıyor.
Bu süreçte ortaya çıkan Yerli ürün kampanyasını hamaset olarak mı değerlendirmeli? Bir gerçekçiliği var mı?
Tamamen hamaset yapılıyor değil aslında. Gerçekliği olabilecek bir hamle. Ancak sormak lazım, cari açık otuz senedir var, katma değeri yüksek ürünler ihraç edelim hedefi de otuz senedir konuşuluyor. Ancak bugüne kadar bu neden yapılamadı, yerli ürün seferberliği neden 16 sene sonra geldi AKP’nin aklına. Bunun başlıca nedeni, başta sözünü ettiğimiz, Türkiye ekonomisini dünya ekonomisine bağımlı kılan sistem. İhracatı arttırmak için ara girdilerin burada üretilmesi gerekiyor temel olarak. Ancak bu, büyük sermaye için kârlı bir iş değil ve tercih edilmiyor. Soru şu: bir çipi dünya pazarından almak mı daha ucuza geliyor, yoksa burada fabrika kurup üretmek mi? Dünya pazarına bu kadar entegre olunca, yatırım burjuvazinin kendisini avantajlı gördüğü alanlara yönelir. Bu yönelimden çıkılabilir elbet, ancak bunun için bir siyasi irade gerekir. AKP’nin böyle bir irade koyma hedefi yok.
AKP’ye siyasi olarak uzak görünen burjuva kanadın tavrı ne bu kriz ortamında?
Geçen Ege Cansel, Sözcü’de geçen yazdı. Cansel, büyük burjuvazini fikri dünyasını iyi şekilde temsil eden liberal bir iktisatçıdır. Diyor ki, ‘parayı gevşet, bütçeyi sık’. Bu ne demektir? Batmakta olan şirketleri, bankaları kurtarmak. Öte yandan kamu harcamalarında bütçeyi sıkmak. Yazının sonunda ise açık açık ‘bunun sonucunda şirketler rahatlayacaktır, halk sıkışacaktır. Acı ilacı içmeyen, acı sona razı olur’ diye yazıyor. Bu YEP’in çok güzel bir özeti bence. Acı ilacı, toplumun dörtte üçünü oluşturan emekçilere ödetecekler. Bu politika gayet açık.
İşsizlik Fonu’nun kamu bankalarına aktarılmasını bu bağlamda anlamak gerekir sanırım.
Evet tam da öyle. Bunun yanı sıra, emekçilerin üzerine daha fazla vergi yüklemeyi, şirketlerin borçlarını uzun vadelere yaymayı düşünüyorlar. Ankara Sanayi Odası başkanı da söyledi, ‘bu borç 80 milyonun borcudur’ diye. Bir avuç büyük banka ve sermaye grubunun aldığı borçtan söz ediyor. Alırken bize sormadılar, emekçilere sormadılar. Ancak bedelini bize ödetmek istiyorlar.
Krizin bedelini ödemesi beklenen işçi sınıfı ve onu temsil etme iddiasında olan sosyalistler ve sendikalar nasıl bir mücadele yürütmeli?
Burada iki şey söylemek isterim. Birinci olarak, sosyalist sol çevrelerde oluşturulmaya çalışılan ortam, Erdoğan’ın tek adamlığı üzerinden ilerlemek. Önce bir demokrasiyi sağlayalım şeklinde bir yaklaşım. Bu anlaşılır bir şey. Ancak bu demokrasi mücadelesinde hangi sosyal güçlere dayanacaksınız? Benim gördüğüm kadarıyla, geçtiğimiz üç beş seneyi göz önüne alarak söylüyorum, burada AB’den bize bir demokrasi geleceğine yönelik güçlü bir eğilim var. Bunu sorgulamak lazım. AB sermayesi, kendi çıkarlarına oldukça bağlı ve çok pragmatik bir sermaye grubudur. Kriz dönemlerinde de bunu gördük, Almanya’nın Yunanistan’a yönelik, adeta IMF gibi olan, yaptırımcı tavrını gördük. Bunun yanı sıra, benzer şekilde Türkiye’nin ‘ilerici’ burjuva çevrelerinden de medet umma gibi bir tavır var. Bu iki yöneliş de, ne istibdat rejimine ne de krize karşı olan mücadelede doğru değil. İşçi sınıfının ihtiyaç ve taleplerini merkeze alan bir politika izlemek gerekir diye düşünüyorum. Bunun dışında da bir çözüm yolu görmüyorum. İşten çıkartmanın yasaklanması, iflas eden şirketlerin kamulaştırılması gibi talepleri ve bu dönem yaşanan işçi direnişlerini sahiplenmek gerekiyor.