Günümüz demokrasisinin krizde olduğu zaten bilinmekteydi. Ama son yıllarda küreselleşmeyle oluşan yeni toplumsal ve teknolojik gelişmeler demokrasileri daha da krize sürüklüyor. Bu gelişmelerden birincisi, ulus devlet içindeki kimliksel farklılaşmalar mutlaka bir ya da birkaç kimliğin bir araya gelerek seçimleri kazanmalarına yol açabiliyor. Kimlikler, farklı fikirler değil de farklı değerlerden oluştuğundan parlamentolarda fikirler etrafında uzlaşmalar da mümkün olmaktan çıkıyor. Dolayısıyla parlamentolar anlamlarını ve işlevlerini kaybediyorlar.
İkinci olarak, iktidara gelmek, iktidara gelenlerin iktidarda kalmalarını sağlayacak yeni imkanlara sahip olmak anlamına geliyor. Bu imkanların başında da medya geliyor. İktidar, medyayı kontrol altına alarak toplumu kendi kimliksel çıkarları için yönetebilir ve yönlendirebilir hale getirebiliyor. Böylelikle bir kez kazanan sürekli kazanmanın da yolunu bulmuş oluyor. Bu sözünü ettiğim diyalektik en çok da Türkiye’de işliyor. Zaten anlamı neredeyse arada bir seçim yapmak olan Türkiye demokrasisi, bugün işlevini tamamen kaybetmek üzere.
Üstelik de bu durum bugün başlamış da değil. Toplumun yarısına yakın sayılabilecek bir İslami kesimin oyları üzerinden seçimleri kazanarak işbaşına gelmiş olan AKP, böylelikle 16 yıldır iktidarını sürdürüyor. Arada oy kayıpları ortaya çıktığında kendi kimliğiyle yakın ilişkileri olan başka bazı kimliklerle ortaklıklarla iktidarını sürdürüyor. Dün bu işbirliği Gülen Hareketiyle yapılmışken bugün de MHP ile birlikte devam ediyor. Nitekim bugün öyle anlaşılıyor ki toplumun yarısından küçük bir farkla daha fazla oy alan AKP’nin kurduğu bu sistemin değişmesi de çok zor.
Zor, çünkü AKP bundan sonra da seçilmesini garanti altına alacak milliyetçi ve İslamcı bir kimliği kendisine bağladığı gibi bu bağlılığı sürdürmek için gerekli algı operasyonlarını yapabilecek bir medya kontrolünü de sağlamış durumda. Bu durumun en açık örneği, bugün yaşanılan krizin, kendi beceriksizlikleri sonucu ortaya çıkmış bir kriz olmasına rağmen toplumun bir yarısına dış güçlerin “ekonomik darbesi” olarak algılatabilmiş olmasıdır. Bu nedenlerle de AKP, asla Türkiye’nin bütünlüğü ve huzuru için siyaset yapmıyor.
Aksine toplumun bir yarısının huzursuzluğu üzerinden kendi yarısının konsolidasyonunu sağlayarak iktidarını devam ettiriyor. Çünkü iktidar ancak böyle mümkündür ve iktidarını sürdürebilmek için de kendine muhalif olanları baskı altında tutmak durumundadır. Bugün özellikle HDP’nin, bir siyasi parti olarak demokratik haklarını kullanmasını hiç istememektedir. Öyle ki, son günlerde, Dersim’de yanan ormanlar için farkındalılık yaratmak isteyen HDP vekillerinin bölgeye girmelerini engellemiştir.
Hasta tutuklu Koçer Özdal’ın cenazesine katılmak için giden vekilleri şehre sokmamıştır. Son olarak Cumartesi Anneleri’nin oturma eylemine destek veren vekilleri yerlerde sürüklemiş ve bu eylemi yasaklamıştır. Bu uygulamalardan anlaşılan AKP, demokrasi, hak, hukuk demeden ülkeyi kendi bildiği gibi yönetmek istemektedir. Bu da ancak toplumun diğer yarısının baskı altına alınmasıyla mümkün olabilecek bir istek olduğuna göre AKP’nin uyguladığı bu politikayı rahatlıkla “bölücü” bir politika olarak adlandırmamız mümkündür. Bir başka deyişle AKP, Türkiye’nin bütünlüğünü değil, aksine kendini destekleyen kesimlerin, toplumun diğer yarısını zaptu rapta alarak yönetmek istemektedir. O nedenle de ilginç bir biçimde, toplumda “bölücü” arayan AKP aslında kendisi toplumu bölen bir parti konumuna gelmiştir.