Alafranga ve alaturka versiyonlarında Bonapartçılığın tanımlayıcı özelliği, şefin, devlet aklı (raison d’état) ya da hikmet-i hükümet, yani devletin eylemlerine siyaset dışı ya da siyaset üstü sınırlar konulmasını reddetme hakkını uhdesine almasıdır. Erdoğan’ın Merkez Bankası’nın kendisine bağlanması çıkışı, bu bakımdan bir iletişim kazası değil, Bonapartist girişimin tanımı (siyasetin önceliği) icabıdır.
“Asrın liderinin” neoliberal ortodoksiyi ihlal eden sözlerinin ardından “piyasaların” gadrine uğrayarak alelacele tornistan etmesi ve saray erkânını Londra’ya “piyasalar” ile “kapitülasyon”, yani teslimiyet şartlarını müzakere etmeye göndermesi, Bonapartizmimizin zayıflığının alametidir. Reisin Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ya da faiz konusundaki görüşlerinin aslında pek de ciddiye alınmaması gerektiği “yatırımcılara” anlatılmış, seçim sonrasında bir kemer sıkma programının uygulanacağı taahhüdü verilmiştir.
19. yüzyılın ortalarında yeğen Bonaparte, devletin ekonomik hayatın komuta kademelerini belirler hale gelmesi sürecinde belli bir başarı elde etmişti. Bu dönemde uygulanan Bonapartist (David Harvey’in deyimiyle) “proto Keynesçilik” (büyük kamusal inşaat projeleri ve borçlandırma – “kredinin demokratikleştirilmesi” politikaları), alt sınıflar için yukarıya doğru toplumsal mobilizasyon ve zenginleşme vaadi anlamına geliyordu. Marx bu sürece istihzayla “emperyal sosyalizm” adını veriyordu; “emperyal sosyalizm” çarpıtılmış, deforme edilmiş, bir demagoji haline getirilmiş bir “sosyalizmdi”.
Alaturka Bonapartizmin böyle bir “emperyal sosyalizm” lüksü ya da niyeti olmadığı açıktır. Reis, Financial Times’ın ifadesiyle “kimlere bulaşmayacağını bilen bir akıllı otokrat” gibi davranmayı seçmiş, düşük faiz ve Merkez Bankası’nın siyasal otoriteye tabi kılınmasına dair görüşlerini rafa kaldırmış, seçim sonrasında uygulamak üzere “acı reçeteyi” de ecza dolabından indirmiştir. Yerli-milli Bonapartizm, hâkim sınıfın siyasete doğrudan müdahale kapasitesini kendisine tabi kılmaya çalışsa da onun sermayeyle (“yatırımcılar” ya da “piyasalar” diye okuyun) stratejik konularda arasını bozacak takat ve hevesi yoktur. Aksine onların rızasını satın almaya, haddini ve hududunu bileceğine dair onları ikna etmeye mahkûmdur.
Alaturka Bonapartizmin siyasal “aşırı özerkliği”, onun sınıf içeriği konusunda yanıltıcı olmamalıdır. Troçki’nin zamanında belirttiği gibi, “Bonapartizm proletarya ile burjuvazi arasında bir hakem değildir. Gerçekte burjuvazinin proletarya üzerindeki en yoğunlaşmış iktidarından başka bir şey değildir. Ulusun boğazına postallarıyla basan Bonaparte her kim olursa olsun ancak mülkiyetin, rantın ve kârın korunması politikasını izleyebilir. Dolayısıyla Bonapartizmin özerkliği denilen şey, daha yüksek bir derecede, görüntüden, uyduruktan, dekordan başka bir şey değildir. Simgesi de imparatorluk pelerinidir.”
Bu sınıf muhtevası, hele müstakbel kriz zamanında Reisçiliğin yumuşak karnı olmaya adaydır. Zira alaturka Bonapartçılığın tanımlayıcı özelliği, onun plebisiter karakteridir. İktidar, düzen içi hizipleri şef lehine tanzim etme ve devleti kendi suretinde yeniden örgütleme çabasında esas olarak ezici sandık çoğunluğuna, büyük kalabalıkların liderin idaresinde mobilize edilmesine, yani “milli irade” mitine, şefin milli iradenin otantik temsilcisi olduğu varsayımının doğrulanmasına dayanmak zorundadır.
Vesayet karşıtı popülizmin geçer akçe olduğu ve talebi alt sınıfları borçlandırarak artırmanın, yani bir tür “özelleşmiş Keynesçiliğin” mümkün olduğu geçmiş yıllarda siyasal iktidarın plutokrasi sevdası pek can yakan bir şey değildi belki. Ancak bu “güzel” zamanlar geride kalmıştır. İktisadi daralma, siyasal seçenekler ve manevra kabiliyetinde de daralma anlamına gelecektir. Tekrar ederek bitireyim: Alaturka Bonapartizmin sınıfla imtihanı yaklaşmaktadır. Ancak sorun, yeni normalin tanımlanacağı bu olağanüstü zamanlarda, muhalefetin sınıfsız bir “normalleşme” söylemini esas alıyor olmasıdır.