Emperyalist kapitalist dünya sisteminin ekonomik olduğu kadar ideolojik-siyasal-kültürel iflası aynı zamanda zaten kendisine katarak yeniden ürettiği en gerici tarihsel değerlere daha sıkı sarılmasıyla da dile geliyor. Kadına yönelik yaklaşım bunların başta geleni. Dünyanın hemen tüm emperyalist ve kapitalist devletleri, sistemin taşıyıcı kolonlarından olan aileyi merkeze koyan, kadını sadece aile ve dolayısıyla yeni proleter ordular doğurup yetiştirme rollerine hapseden sayısız düzenleme yapıyor.
Dünyanın emperyalist metropollerinden alenen savaş tehditleri savrulurken, birçok bölgede rakip güçler o tehditlerin izdüşümü olan savaş tatbikatları gerçekleştirirken, liberal demokrasinin kırıntılarına bile tahammül gösterilemez hale gelmişken kadına kendisini “aile” hücresinin duvarlarına zincirlemesinin buyrulması da şaşırtıcı olmuyor. Keza ondan istenen sadece proletarya ordusunun her daim taze güçlerle tahkim edilmesi değil aynı zamanda gelecek için zaruri hale geldiğini düşündükleri savaşlara koşacakları askerler doğurması, çocukları “milli değerlere” göre yetiştirmesi.
Tarih tekerrür etmiyor ama tarihi devindiren temel dinamikler onun işleyiş yasalarını oluşturmaya devam ediyor. Yapılıp edilen her şey emperyalist dünya savaşlarının arifesindeki bir sahnedeymişiz duygusu yaşatıyor insana.
Kapitalizm bir satranç ustası gibi birkaç hamle sonrasını görerek geleceği planlayabilen bir sistem olmadığını çoktan kanıtladı. Her adımı aynı zamanda yeni ve giderek büyüyen toplumsal sonuçlarla karşısına çıksa bile, o sonuçlardan kaçınamayacak bir kâr hırsıyla hareket eder. Belirleyici olan azami kârdır!
İşçi sınıfının saflarını her geçen gün büyütmesi, sisteminin temel dayanağı olan aile kurumunu çözme pahasına kadın kitlelerini üretimin bir parçası haline getirmesi de böyle bir şeydir. Karşısına çıkan sonuçları yüz yılların yönetme alışkanlığı ve becerisiyle yönetebilecek bir kapasitesi yok mudur, vardır. Dinden eğitime, medyadan devasa propaganda aygıtlarına kadar sayısız araç ve yöntemle o sonuçları kendi lehine çevirmek için uğraşır. İhtiyaç duyduğu şekilde yeniden dizayn etmeye çalışır toplumu. Ama her açıdan tıkandığı koşullarda bu öyle kolay olmaz. Bugün olduğu gibi…
Kadın ve aile konusuysa bunun en tipik ifadesidir. Ailenin duvarları dışına çıkıp toplumsal-sınıfsal ilişkilere dahil olan kadın artık eskisi gibi olamaz, buyrulan o rolleri aynı uysallıkla benimseyip yerine getir(e)mez. Türkiye gibi tarihsel gericilik birikiminin yoğun olduğu, toplumun sağlıklı bir demokratik dönüşüm yaşayamadığı ülkelerde bu süreçlerin sancılı karakterini yaşayıp görüyoruz.
Devlet bir yanda, erkekler bir yanda el birliğiyle tüpten çıkmış macunu geri itmeye çalışıyorlar. Aralarında zımni hatta açık bir işbirliği var. Devlet, kurumlarıyla erkeklerin o macunu tüpüne geri itmesi için yapıp ettiklerini adeta destekliyor; krize girmiş erkeklikleriyle erkeklerse zor ve şiddetin sayısız biçimiyle bu süreci giderek daha agresif biçimlerle tersine çevirmek için ellerinden geleni yapıyor.
Türkiye gibi bağımlı ama aynı zamanda bölgesel güç olup kendi sıkletindekilerin önüne geçmek için yanıp tutuşan ülkelerde tüm bunlar en acımasız biçimiyle hükmünü yürütüyor. Kadının aileye zincirlenme süreci bizzat iktidarın siyasallaştırdığı fethedilmesi gereken bir amaç haline gelmiş durumda.
AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla 15 Mayıs’ta Resmi Gazete’de yayınlanan “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı” bu gidişatın son noktası oldu. Bu “eylem planının” amacını Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, “Bakanlık olarak politikalarımızın odağına her zaman ‘aile’yi koymak en öncelikli hedefimizdir” şeklinde özetledi. Kadına yönelik şiddet, artık çığırından çıkmış ve her geçen gün daha vahşi-planlanmış biçimlerde yaşanan cinayetler, cinsel bir meta olarak kodlanmasının yarattığı dramatik sonuçlar umurlarında değil! Varsa yoksa “yerli ve milli aile”nin tahkim edilmesi! İçine her türlü kötülüğün tıkıştırılıp mahremleştirildiği “yerli ve milli aile” restorasyonunun özel harcıysa LGBTİ+ düşmanlığının kaşınması.
“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” olarak adlandırılan ve eğitimin daha fazla dinselleştirilmesi başta olmak üzere bu dönemin genel gericileşme eğilimlerinin simgesi olan yeni müfredatla birlikte düşündüğümüzde iktidarın toplumu dört bir yandan kuşatarak kendi saldırgan, yayılmacı, gerici gelecek tahayyüllerine uygun bir forma sokmak için yapmayacağı şeyin olmayacağı açık. Fakat önü o kadar da açık değil. Kadın hareketi başta olmak üzere kendi kanallarında akan sayısız direniş mecrası, kanalı var. Mesele bu kanalları ortak bir mecrada nasıl toplayacağımızda gelip düğümleniyor.