Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM ), PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlarının 2010 yılında yaptığı işkence ve kötü muamele başvurusunu, “yeterince ve savunulabilir kanıtlara dayanmadığı” gerekçesiyle reddetmesine yönelik tepkiler sürüyor. Öcalan’ın avukatlarından Mahmut Şakar, AİHM’in kararını ve yapısına ilişkin soruları yanıtladı
AİHM, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın işkence ve kötü muamele başvurusunu reddetti. Bu kararı nasıl değerlendiriyorsunuz?
AİHM, Şubat 1999 tarihinden bu yana, kendisine yapılan başvurulardan dolayı Sayın Öcalan’ın koşullarına ve bu koşulları belirleyen İmralı sistemine son derece aşinadır. Ancak mahkemenin 27 Eylül’de verdiği karar, aslında AİHM’in İmralı sistemi hakkındaki kendi bilgisine de sırtını dönen ve hukuk mantığı içinde bir yere yerleştirilmesi zor bir karar. AİHM’in Türkiye’den yapılan başvurulara karşı son yıllarda aldığı tutumun ve özel olarak da Öcalan davalarındaki çizgisinin bir sonucu olarak yorumlamak doğru olacaktır.
AİHM İkinci Dairesi, kararında işkenceye dair ‘yeterli delil’ sunulmadığını ileri sürdü. Gerekçeye dair neler söylemek istersiniz?
Mahkeme, işkence iddiamız karşısında, idarenin ve yargının etkin ve yeterli bir soruşturma yürütme sorumluğunu hükümetin üzerinden alıyor aslında. Yani, bir insan hakları yargısı olarak, işkenceye maruz kalan bireyin, hak arama olanaklarını genişleteceğine hükümetin bu konudaki yetersizliğini de aklıyor. Bir de İmralı sistemini görmezden geliyor. Sayın Öcalan’a göre inşa edilen, etrafı karadan ve havadan yasak bölge ilan edilmiş, bugüne kadar Kriz Yönetim Merkezi’nce olağanüstü bir tarzda yönetilmiş, idari ve personel yapısı itibariyle bir ‘özel’lik taşıyan, hapishane olmaktan çok bir ‘toplama kampı’ mantığına ve ruhuna sahip bu mekanda nasıl bir delil üretme olanağına sahip olduğumuzu düşünüyor mahkeme? Bu ‘normalleştirme’nin kendisi aslında her türlü hak ihlali karşısında hükümete sunulmuş en büyük fırsattır.
Kararın gerekçelerinden birisi de Öcalan’ın yükselen toplumsal tepkiyi sağduyuya çağırmak için avukatlarına söylediği ‘olayın abartılmaması’ yönündeki açıklamasıdır. Öcalan’ın buradaki asıl amacının AİHM tarafından gerekçelendirmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İmralı’nın tüm özel koşullarına ve uzun tutsaklık yıllarına rağmen Sayın Öcalan’ın Kürt toplumu ve Ortadoğu halkları nezdindeki değeri ile Türkiye siyasetindeki etkisinde bir azalma olmamıştır. Hatta daha da çözümleyici bir pozisyona ulaşmıştır. Öcalan, bu pozisyonun verdiği sorumluluk içinde hareket ediyor. Sayın Öcalan’ın ‘birey’ olarak yaşadığı hak ihlalleriyle Kürt toplumu ilgilidir ve çoğunlukla da kendisine yapılmış sayar. Sayın Öcalan’a yönelik saldırı kamuoyuna yansıdığında Kürt toplumundan çok net tepkiler geldi. Sayın Öcalan, bu tepkilerin ‘abartılmaması’nı ifade etti. Yoksa karşılaştığı saldırının önemsiz olduğu ve ya herhangi bir girişimde bulunulmaması gerektiğini ifade etmemiştir. Sayın Öcalan’ın sözlerini, hem özgün pozisyonu hem de ifade ettiği bağlamı içinde ele almak gerekiyor.
Üçüncü gerekçe ise, CPT’nin 26-27 Ocak 2010’da İmralı Adası’na yaptığı ziyaret gösterildi. ‘Herhangi bir fiziki kötü muamele yapılmadığı’ Öcalan’a dayandırılıyor. Gerçeklik nedir?
Mahkeme, olaydan çok sonra İmralı’yı ziyaret eden CPT heyetine Öcalan’ın bu saldırıyı neden anlatmadığını sorgulaması baştan sona absürt bir durum. Birincisi, Öcalan eğer İmralı’da karşılaştığı her sıkıntıyı, baskıyı anlatmış olsa, başka bir şey konuşmaması ve tüm konuşma olanaklarını buna ayırması gerekirdi. Öcalan’ın şöyle bir sistematiği vardı, kendisine yönelik sıkıntıları ve günlük yaşamı zorlayan noktaları sadece avukatlarıyla paylaşır, onların bu sorunları takip etmesini isterdi. Avukatları da olaydan sonra, CPT’ye yazdıkları dilekçelerde ve birebir görüşmeler de zaten bu fiziki saldırıyı izah ettiler. Kaldı ki, aradan bayağı zaman geçmiş ve Sayın Öcalan’ın bu olay dışında da kendi koşuları üzerinde odaklanmasına izin vermeyen politik gelişmeler söz konusu olmuştur. Belki burada gerçekten sorulması gereken soru; CPT’nin neden avukatları aracılığıyla kendisine yapılan bu işkence başvurusu karşısında İmralı Adası’na gidip inceleme yapmamıştır? Ya da aradan geçen bunca zamana rağmen, Öcalan ile buluşmalarında neden bu olayı kendisine sormamıştır?
Hükümetin yaptığı savunmanın tamamı karara yansıtılmış durumda. Bir nevi ‘kararı yazan Türkiye olmuş’ yönünde yorumlar çıktı. AİHM açısından bu durum nasıl değerlendirilmeli?
Bu durum aslında giderek tipik bir AİHM pratiğine dönüşmüş durumda. Pek çok başvuruda benzer bir dile sahip. İnsan şunu düşünmeden edemiyor aslında; AİHM yargıçları, avukatların yazdıklarını okuyor mu gerçekten? Size çok çarpıcı bir örnek vereyim. Yine Sayın Öcalan’ın tecridine ilişkin yapılmış bir başvuruyu 18 Mart 2014 tarihinde karara bağladı. Bu kararda, Öcalan’ın ailesiyle telefon konuşması hakkını kullandığına dair bilgi var ve sırf bu yüzden bir maddeden daha ihlal vermekten de vazgeçiyor. Avukatların, tüm yazışmalarında telefon hakkının asla kullanılmadığını belirtmelerine, hükümetin söylem dışında bu konuda bir belge/tutanak sunmamasına rağmen, mahkeme kararına yansıması engellenemedi. Mahkeme, sırf hükümet bu şekilde belirtti diye, çok yalan olduğu çok açık olan bir olguyu kendi kayıtlarına geçirmiş oldu.
İhlale uğrayan Öcalan’ın beyanı alınmazken, işkence yaptığı belirtilen görevlilerin beyanları dikkate alınıyor. Hukuken nasıl işliyor bu süreç?
Bu meselede mahkeme, ispat yükümlülüğünü tamamen Sayın Öcalan’a yüklüyor. Hatta hükümeti aklayan, onun yerine düşünen bir argüman içinde dile getiriyor bunu. Hükümet baştan beri şunu söylüyor; olay sonrası doktor gitti ve herhangi bir iz tespit edilemedi ve zaten başvurucunun da savcıya ve idareye yazdığı doğrudan bir şikayet de bulunmuyor. Şimdi, İmralı öyle bir sistem ki, doktor gitti mi gerçekten emin değiliz? Nitekim olay sonrası TTB’nin adaya gidip bağımsız bir tetkik yapması talebi reddedildi. Yani mahkeme, sistem içinde üretilen belgeleri/kağıtları esas alarak bu değerlendirmeyi yapıyor. Ama şunu sormuyor. Örneğin; İdari veya adli soruşturma aşamasında Öcalan’ın beyanını neden almadınız? Bu konuyu görevlilere sordunuz da kendisine neden sormadınız? Bir de 24 saat kamera ile gözetlenen bir ortamda kamera kayıtlarına neden bakmadınız ve AİHM’e bu kayıtları neden sunmadınız? Bunlar gerçekten etkin bir soruşturma yürütülüp yürütülmediğini ortaya koyan olgulardır ancak mahkeme, hükümet yerine düşünüp etkili soruşturma yükümlülüğü olmadığını ifade ediyor. Çok muteber bir şahsiyet olmasa da o dönem hükümet ve devlet çevrelerinden iyi bilgi alabilen Ertuğrul Özkök bile, konuya dair 1 Kasım 2008 tarihli yazısında, diplomatik bir dille ‘doğrusu Ankara’da çok kesin bir ‘Hayır’ cevabı alamadım’ diyerek, olayı doğrulayan bir açıklama yapıyor. Mahkeme, bu zatın bile daha gerisine düşüyor.
AİHM’in verdiği kararlarda siyasi bir etkiden söz edebilir miyiz?
Her şeyden önce AİHM’in bir politik arka planı olduğu gerçeğini reddetmememiz gerekiyor. Sonuçta mahkeme, Avrupa Konseyi’nin yargı ayağı olarak kurgulandı ve bu vesileyle üye ülkelerin, belli bazı ilkeler etrafında ortak standartlara ulaşmalarını hedefledi. Nasıl ki, Avrupa Konseyi, bugüne kadar tek bir politik hat izlemediyse, mahkeme de zaman içinde kararlarına yansıyan ciddi bir değişim sürecini yaşadı. Yani mahkeme günümüze kadar, bireyler, başvurucular lehine giderek daha pozitif bir çizgi izlemiş değil. Son yıllarda özellikle Türkiye konusundaki kararları ile Avrupa’nın hegemonik güçlerinin Türkiye konusundaki politikaları arasından bir paralellik olduğunu düşünüyorum. Giderek otoriterleşen bir Türkiye’yi nerdeyse hiçbir eleştiri getirmeden hatta pohpohlayarak kendi içinde tutmak adına kabul eden bir Avrupa politik vizyonu ortadan dururken, AİHM’in bireyler, mağdurlar, ezilenler adına hakkaniyetli, ileri kararlar vermesi mümkün mü emin değilim. Mesela OHAL ilanı sonrası binlerce insanın ihracı karşısından, bir komisyon kurulması gerektiğini söyleyen AK Genel Sekreteri’dir. Ve AİHM de bunun gereği olarak bu komisyonu iç hukuk mekanizması olarak tanımış ve binlerce bireysel başvuruyu bu komisyona başvuru yapmadığı için reddetmiştir.
AİHM’in vasfını yitirdiği söylenebilir mi?
AİHM kendi tarihinde -özellikle Türkiye’ye karşı başvurular açısından söyleyeyim; bazı dönemlerde önemli ve kritik kararlar verdi. Mesela 90’lı yıllarda iç hukuk yolu bile tüketilmeden yapılan köy yakmalar, faili meçhul cinayetler, işkence, tecavüz, yargısız infaz temalı başvurularda Türkiye defalarca mahkum edildi. Türkiye’nin 90’lı yıllardaki fotoğrafını, AİHM’in o dönem verdiği kararlarda görmek mümkündür, tarihe AİHM kararları üzerinde o dönemin notu düşülmüştür. Ancak burada nedenleri üzerinde çok durmadan ifade edeyim ki, AİHM uzun zamandır Türkiye’nin insan hakları çizgisinin gelişmesinde bir pozitif etken olma özelliğini yitirmiştir. Bunda Türk hükümetinin, AB ile yakınlaşma sürecinin de rolü olmuştur, AİHM’i bir şekilde pasifize edilebilmiştir. AİHM, insan hakları alanındaki denetim rolünü yitirdikçe, doğal olarak hükümet argümanlarıyla yetinen bir noktaya savrulmuştur. Bu da mahkemenin adında bulunan ‘insan hakları’ misyonunun yitirildiği ve ya daha basit deyimle aşındığını ortaya koymaktadır.
AİHM ve CPT’nin realitesi açığa çıktı
AİHM, CPT veya AK gibi kurumlar, İmralı söz konusu olduğunda neden sessizliğe bürünüyor?
Avrupa kurumlarının İmralı ve Sayın Öcalan konusundaki tutumları, yukarıda bahsettiğim konjonktürel gelişmelerden bağımsız daha stabil bir duruma denk düşer. Her şeyden önce, İmralı sistemi AB’nin de inşasında yer aldığı, onay verdiği bir sistemdir. O nedenle, AİHM ve CPT dahil hiçbir Avrupa kurumu ve siyasetçisi bir bütün olarak İmralı sistemini asla sorgulamaz. Bu işin özüdür ve Öcalan ile ilgili her pratiğe sirayet eder. Üzerine odaklanan boyut aksayan, aşırı göze batan bazı noktaların tamiriyle sınırlıdır. İkincisi, Öcalan sadece Türk hükümetinin değil. Aynı zamanda Avrupa’nın da mahkumudur, esiridir. Ve Öcalan’a yapılan her uygulamayı nerdeyse mübah görür. Mesela yukarıda bahsettiğim 2014 kararında AİHM, Öcalan’ı ‘tehlikeli kişi’ olarak görerek, O’na ve avukatlarına yapılan her türlü özel uygulamaya müsamaha gösterir. Bizler, bu nedenle İmralı için Avrupa’nın Guantanamo’sudur diyorduk. İmralı uygulamaları ve Öcalan’la ilgili tüm olumsuz pratiklerde Avrupa’nın payı, rolü vardır. Sayın Öcalan’a dair verilen AİHM kararı veya CPT’nin yaklaşımlarını biz eleştirel bir şekilde değerlendiriyoruz. Bir realiteyi dile getiriyoruz. Bunun halkımızda bir umutsuzluk yaratmasını istemem. Bizler eğer mücadele etmeseydik, eğer AİHM ve CPT nezdinde bir çaba yürütmeseydik bu kurumların realitesini açığa çıkaramazdık. Aslolan mücadele etmektir, değiştirmeye çalışmaktır. Dolayısıyla tüm açmazlarına ve yapısal tutumlarına karşın bu kurumlara başvurmaya ve etkili olmaya devam edeceğiz. Ama elbette ki, sadece bunlarla yetinmeyerek, tüm diğer mekanizmaları, alternatifleri de bilgimiz ve gücümüz oranında kullanarak, İmralı sistemini aşma mücadelesini sürdüreceğiz.
Yasin Kobulan/İstanbul-MA