HDP’li yoldaşımız Sezai Temelli 29 Aralık’ta Yeni Özgür Politika gazetesinde yayınlanan yazısında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Selahattin Demirtaş kararı ile bağlantılı olarak şunları yazmış: “Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’nin Demirtaş kararı sonrası Türkiye’deki iktidara karşı nasıl bir tavır alacağı herkesin merakı. Avrupa Birliği içinde kararları belirleyen mekanizmaların da kapitalist modernite ve onun yaşadığı kriz ikliminden yalıtılmış olduğunu düşünmüyoruz. Yine de olasılık dahilinde olduğu için soralım; Avrupa anayasal devletler birliği olarak mı yoksa anayasalı devletlerin birliği olarak mı hareket edecek? Avrupa’nın Kürtlerle imtihanı sürüyor…”
Avrupa adına yanıt verecek değiliz elbette. Ancak alıntıladığımız paragraf AB ve AİHM konusunda kanımızca Türkiye’de hayli yaygın olan bazı yanılgıları içerdiğinden, Avrupalı bir komünist olarak bunlara dair vurgulamamız gereken bazı noktalar var.
Bir kere Avrupa’nın Kürtlerle imtihanı falan yok. Bu bir efsane. Avrupa için Kürtler, Avrupalı tekeller için yaşamsal önem taşıyan Türkiye ile uzlaşının zorlandığı konularda kullanılacak bir malzeme sadece. Her ne kadar Avrupa’daki Kürt kurumlarına bazı olanaklar tanınıyor olsa da Kürt düşmanı uygulamalar kirli savaşın zirve yaptığı günlerden bu yana Avrupa’da bire bir gündemde. AKP-Saray-Rejiminin Kürtlere yönelik politikaları ise önkoşulsuz destekleniyor hâlâ. Çünkü Avrupa’nın önceliği hiçbir zaman Kürtler değil, her daim Türkiye’nin egemen sınıfları olmuştur.
Bununla bağlantılı olarak ve son otuz yılın pratiğine bakarak Avrupa Konseyi ile AB’nin “Türkiye’deki iktidara karşı nasıl tavır alacağının” devrimci-demokrat kesimlerce dahi hâlâ merak ediliyor olması sahiden şaşırtıcı. Şaşırtıcı, çünkü iktisadi, siyasi, ticari ve askeri işbirliğinin derinleştirildiği, konjonktürel gelişmenin ortaya çıkardığı kimi ihtilaflara rağmen Türkiye’deki karar vericilerin stratejik partner olarak görülmeye devam edildiği bir dönemde Avrupa’nın “Türkiye’deki iktidara karşı nasıl tavır” aldığı herkesin malumu. Bugüne dek olandan farklı bir tavır alınacağını beklemek, olmayacak duaya âmin demek kadar anlamlıdır.
Kaldı ki AİHM kararlarının herhangi bir yaptırım gücü yok. AİHM ulusal düzeyde alınan kararları feshetme yetkisine sahip değildir. AİHM kararı alır, ancak uygulamasını, yani tazminat ödenmesini Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi takip eder. AİHM tarafından en fazla mahkûm edilen ikinci ülke olan Türkiye genelde para cezasını ödeyip, bildiği gibi davranmaya devam ediyor. Çünkü Bakanlar Komitesi’nin herhangi bir yaptırım kararını almayacağının bilincinde. Türk hükümetleri şimdiye kadarki pratikleriyle tarafı oldukları Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu’nun kendileri için üzerinde imzaları olan kâğıt kadar değerli olmadığını göstermişlerdir.
Hal böyleyken, yani Avrupa Konseyi ile AB’nin tavırları ve Türkiye’nin AİHM kararlarını dikkate almadığı bu kadar açıkken, AİHM kararlarına uyulmadığını kamuoyu ile paylaşmak, elbette gereklidir, ama ajitasyondan ötesi değildir. Hukukun üstünlüğü ilkesi ve adalet egemenlerin insafına bırakılmayacak kadar değerlidir. Fiili veya parlamenter diktatörlük koşullarında dahi. Ancak bunun için de toplumsal mücadele şarttır. Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Leyla Güven ve tüm diğer siyasi rehineler ancak bizler sokakları şenlendirecek basireti gösterdiğimizde hürriyetlerine kavuşacak, maruz bırakıldıkları adaletsizliğin hesabı sorulabilecektir. Gerçek adalet, ayaklar baş olduğunda tesis edilecektir. Bunun sorumluluğu da Avrupa’da değil, bizlerdedir.