Uzun süreden beri hakikat gazeteciliği yapan Yeni Yaşam gazetesindeki ilk yazımda binlerce çocuğun yaşamını aileleriyle birlikte cehenneme çeviren ve zamana yayılmış ölüm biçimi olarak tarif edebileceğimiz SSPE hastalığından; bu hastalıktan dolayı 18 yıl boyunca yatalak kalan ve geçen hafta yaşamını yitiren Ahmet’in hikayesinden bahsetmeye çalışacağım.
Aslında Yeni Yaşam gazetesinde yazacağım yazıyı böyle tasarlamamıştım. Şahsen “yeni yaşam” deyince aklıma “iyi, doğru, güzel” dışında başka bir şey gelmiyordu. Yeni yaşamı kendi iç dünyamda bu şekilde kurgulamanın ultra iyimser bir beklenti olduğunu 2015 yılından sonra birçok insan gibi ben de deneyimleyerek öğrendim.
Basın mecrasının yanı sıra bir ilke olarak “Yeni Yaşam” aydınlık bir geleceği kurma ve buna inanma kararlığının sade bir hakikatini omuzlarında taşıyor; fakat kaba iyimserliğe karşı insanı dehşet setleriyle burun buruna getiren soğuk gerçekleri de içeriyor. Bu nedenle ölümün ve yaşamın ayak izleri yeni yaşam olarak tarif edilen ilkede radikal bir şekilde iç içe geçmiştir. Ayak izleri çoğaldıkça iç içelik genişlemektedir. Bu muazzam devinim, aydınlık ve karanlığın, güzellik ile çirkinliğin, savaş ile barışın kavgasından başka bir şey değildir. Bu gerilimde umudun ayakta kalmasının ön koşulu hakikat ile barışık olmasıdır. Hakikate sırtını dönen umudun zaman içinde büyük hayal kırıklıklarına yol açacağı ve nihai olarak radikal bir karamsarlığa teslim olacağı kesindir. Yeni yaşama dair fikirlerime burada bir virgül koyarak bu meseleyi sonraki yazılara bırakmak ve Ahmet’in hikayesine dönmek istiyorum.
Ahmet, ismini kanlı ve gerici bir kavgada katledilen dedesinden almıştı; varlığıyla dedesinin geride bıraktığı yalnızlığı giderecekti. Dedesinin kokusunu ölene kadar üzerinde taşıyan nenesini, şairin dediği gibi, “yalnızlık” sanmıştı Ahmet. Hepimizin umudu, Ahmet’in varlığıyla, neşesi ve canlılığıyla nenesinin yalnızlığına çare olmasıydı. Ama olmadı. Ahmet dedesinden ve nenesinden kalan yalnızlığa, yıllarca yatalak kaldığı kederli bir oda ekledi… Dedesi gericilerin eliyle, nenesi yalnızlıktan, Ahmet ise modern devletin yurttaşlıktan men ettiği sağlık ve nüfus politikaları sonucunda katledildi.
Sapasağlam doğan Ahmet altı yaşındayken bozuk kızamık aşısından kaynaklı olduğu anlaşılan SSPE hastalığına yakalandı. Ahmet yaşamını yitirdiğinde 25 yaşındaydı, ömrünün 18 yılını bu hastalıktan dolayı yatakta geçirdi. Defalarca yoğun bakıma kaldırıldı. Covid geçirdi ama direndi ve yeniden yaşama tutundu. Çoğu zaman onu yalnız bıraksak da O, hiçbir zaman hastalığın tüm ağrılarına ve şiddetine rağmen güzel kokulu odasını ve yatağını bırakmak istemedi. Çoğu zaman anlamsız gelmiş olsa da insan seslerine karışan ve başında defalarca gözyaşı döken sevenlerini de muhtemelen yalnız bırakmak istemiyordu. Hareket eden, yorumlayabilen, öfkelenen insanların nefesi belki de Ahmet’e nefes oluyordu.
Binlerce arkadaşı gibi SSPE hastalığıyla katledilen Ahmet yatakta büyüdü, yatakta yaşadı, yatakta öldü. Yatakta gülümsedi, yatakta hüzünlendi. Açlığı ve yoksulluğu yatakta yaşadı. Sadece bakarak (tüm diğer organlar iflas ettiği için) 18 yıllık ömrünü adeta dev bir kayaya bağlanmışçasına yatağa çakılı kalarak bu hastalığın işkencesiyle geçirdi. Ne gördüğünü, ne düşündüğünü hiçbir zaman öğrenemedik… Ahmet mevsimlere tanık olmadı; ne Kızıltepe’nin cehennem sıcağını, ne Mardin tepesinin zemheri soğuklarını yaşadı; en kötüsü bir bahar dalına dokunmadan, badem çiçekleri gibi hızlıca göçüp gitmesiydi… Yatağında yaşadı tüm mevsimleri; ne üşüdüğünü anladık, ne de sıcaktan bunaldığını.
Öfkelendiğinde duvara bir yumruk atamadı, dışarı çıkıp taze bir nefes alamadı. Ahmet tüm bayramları yatakta geçirdi, güzel elbiselerini yatakta giydirdiler. Sayısız kez yatakta tıraş oldu. Tüm anıları yattığı yatakla sınırlı kaldı. Ahmet binlerce arkadaşı gibi yeni yaşamı göremedi, parklarda oyun oynayamadı; elinde tablet olduğu ve ödevlerini zamanında yapamadığı için annesinden; akşamları eve geç geldiği için babasından azar işitme şansına sahip olmadı. Çağımızın gençleri gibi işsiz kaldığından çevresi tarafından tembellikle suçlanmadı, aşağılanmadı, yalnızlaştırılmadı. Zira o hep yalnızdı. Annesinin göz bebeği, babasının babasıydı Ahmet!
Ahmet yaşamın öfkesinden-neşesinden, mutluluğundan-mutsuzluğundan umudundan-umutsuzluğundan muaf tutuldu. Ne yaşadığını, neler hissettiğini anlayamadık. Her ziyaret ettiğimde nasıl bir ağrı ile baş etmeye çalıştığını ve yaşama dair neler hissettiğini merak ederdim. Ama bunu hiçbir zaman öğrenemedim. Yanı başında beklerken elimi sıkmasını isterdim, hastalığının ilk zamanlarında hafifçe sıkardı, fakat zamanla Ahmet ne sesimizi duyuyor ne de elimizi sıkıyordu; böyle zamanlarda tepkisiz kalmanın çaresizliğini yüz hatlarında okuyabiliyorduk. Dahası belki de bize kızdığını, öfkelendiğini…
Ahmet yatakta yaşadı, yatakta büyüdü, yatakta veda etti bizlere. Biz Ahmet’i her zaman odasında güzel kokularla bizi sessizce beklerken hatırlayacağız. Çünkü Ahmet hep güzel kokardı ve biz onu güzel kokularla yolculadık.
Bu ölüm biçimi elbette tesadüf değildi. Uğur’un, Ceylan’ın, Berkin’in ölümü nasıl ki tesadüf değilse Ahmet’in ve binlerce arkadaşının bozuk aşı ile SSPE hastalığına yakalanıp sonrasında yıllarca eriye eriye yaşamını yitirmesi kader değil, zamana yayılmış bir katliamdı. Kuşkusuz zamana yayıldığı ve yavaş bir ölüm olduğu için kimse bu ağrılı yaşamı, bu işkenceyi pek hissetmedi, pek bilemedi. Savaşta, iş kazalarında, göç yollarında, maganda kurşunlarıyla ve utanarak söylemem lazım ki çaresiz kalıp intiharlarla kaybettiğimiz on binlerce gencin ölümüne sessiz kaldığımız ve onların yokluğuna, sanki önceden yokmuşlar gibi, tüm bu şiddete alıştığımız gibi, binlerce Ahmet’in bozuk aşılarla katledildiklerine de sessiz kalıp alışacağız hepimiz. Ne kimse yargılandı, ne kimse ilgilendi ne de kimse hatırlıyor. Hala ölmeyi bekleyen, tedavisini yapamayan binlerce yoksul Ahmet ölüm sırasını beklemektedir.
SSPE bir hastalık değildi; modernitenin (biz şimdilik modernite diyelim!) bilinçli bir öldürme tekniğiydi. Bir iğne ile binlerce çocuğu önce yatağa bağlayan, sonra da mezara gönderen bir imha tekniği… Bir iğne ile yaşamın askıya alınması, nefesin durması, neşenin iptal edilmesi, oyunun bitmesi, bayramların çökmesi, mevsimlerin göçmesi, büyümenin kesilmesi, koşmanın ölmesi, gülümsemenin askıya alınması, duyu organlarının donmasıydı. Bu nedenle Ahmet ve arkadaşlarının ölümü de yaşamı da politiktir. Onun ve arkadaşlarının hikayesi kader değildir. Depremde, Covid’de, savaşta ve iş cinayetlerinden kaynaklı yaşanan ölümlerin kader olmadığı gibi. Bilinçlice tasarlanmış politik cinayetler serisi diyebiliriz bu ölümlere. Şayet sadece tek başına Ahmet böyle bir kaderi yaşasaydı “talihsiz bir çocuktu, kaderi böyleydi” diyebilirdik. Ancak binlerce çocuğun bu şekilde ölmesini kader olarak kabul etmek bu suça ortak olmaktır.
Ahmet’in 18 yıl boyunca ailesiyle birlikte yaşadığı işkenceyi yeraltı ve yerüstünün dengesini alt üst eden kapitalist moderniteye bağlamak elbette çok kolay; devleti, sermayeyi ve sağlık endüstrisini de suçlayabiliriz. Ancak asgari ölçülerde olsa da “yaşam hakkının” korunmasından hepimiz sorumlu değil miyiz? Hele de söz konusu Ahmet gibi savunmasız çocuklarsa… Şimdi önce kendime, sonra da herkese sormak istiyorum: Bizler bu ölümleri ne kadar hissettik, ne kadar dayanıştık bu ailelerle? Coğrafyamızda çocuklarını savaştan, yoksulluktan, zındanlardan, hastalıktan, bağımlı maddeden dolayı kaybeden ailelerden ne kadar haberdarız? Sorun yaşayan her aile kendi kaderiyle baş başa mı bırakılmalıydı? Bu kimin kültürü?