Cumhuriyetin 100. yılı kutlamalarla tekrar idrak edildi. Cumhuriyet bu 100 yıl boyunca Kürtleri tedip (terbiye etme, yola getirme) ve tenkil (cezalandırma, ortadan kaldırma) etme hevesini hiç söndürmedi. Resmi ajandada Kürtler yoktudan, Dağ Türklerine evrildi. Bu Dağ Türkleri, cahil kalmış, edep bilmez bir topluluk olarak kodlandı. Sonrasında uyduruk bu retoriğe dünya âlem gülünce ve Kürtlerin mücadelesi sürünce, bu sefer Kürt realitesini tanıyoruz demek zorunda kaldılar. Kabul edilen Kürt realitesinde, Kürt kendisine Kürt diyebilirdi. O kadar. Arkasından Kürtçe diye bir dil olduğunu da kabul ettiler etmesine de, bu dili Kürtler sadece evde konuşabilir gibi bir dar alana hapsetmeye çalıştılar. Bütün bu süreç içinde, Kürtlerin alt bir ırk olduğu, medeniyetten nasibini almadığı, dillerinin 200-300 kelimeden ibaret olduğu söylemleri hiç hız kesmedi. Bu ahmak propagandanın boşa çıkmaması için de, Kürtler adına öne çıkan isimleri periyodik süreçler içerisinde hiçleştirme, itibarsızlaştırma suikastlerinden hiç vazgeçmediler.
Kafalarındaki Kürt
Cumhuriyet’in ilk yarısında, Kürtleri tam da şöyle görüyorlardı: Ağrı İsyanı ile ilgili olarak 13.07.1930 tarihinde Cumhuriyet gazetesi başyazarı Yunus Nadi: “Doğu sınırımıza cahil bazı kimselerin saldırmaya cüret ettikleri bazı münasebetsiz hareketleri, bastırıp cezalandırırken, onu bağımsız bir kavmin hareketi gibi görmeyi, hem siyasete hem de gerçeğe uygun bulmayız…” Yunus Nadi ve Türk medyasına göre tek gerçek, Kürtlerin Türk olduğuydu. İki ay sonra, Dönemin Adalet Bakanı M. Esad Bozkurt’un Milliyet gazetesinde çıkan demeci, medyanın ne yapması gerektiği konusunda ön açıcıydı. Bozkurt demecinde: “Dost ve düşman bilmelidir ki, bu memleketin efendisi Türklerdir. Türkiye içerisinde yaşayıp, damarlarında temiz Türk kanı olmayanların tek bir hakkı vardır: uşaklık ve esirlik…”. 1937’deki Dersim ayaklanması ile ilgili olarak, Ulus gazetesi ise 22.06.1937 tarihindeki sayısında başyazı olarak: “Taşıdıkları kabile ve aile arlarıyla, etnografik birçok deliller, bu halkın esasen Türk olduğunu ispatlarken, onlar geriliklerini bir başka milliyet iddiasının siperleri arkasına koymak istemişler; yanlış iddianın sonucu, çevreleri için yabancı unsur olmuşlardır…” Bu yaklaşım 1990’lara kadar kesintisiz devam etti.
Kürt sanatçılarına saldırıyı nasıl okumalıyız?
1990’lardan itibaren çaresizce Kürtlerin varlığını kabul ettiklerinden sonra ilk Ahmet Kaya’ya saldırdılar. Sırf Kürtçe bir şarkı yapacağını söylediği için. Ona çatal bıçak fırlatan soytarılar, yıllarca bu ülkenin TV ve gazetelerinde sanatçı diye pazarlandılar. Karşılığını devlet ödeyecekti elbette. Gazetelerinde Ahmet Kaya’ya manşetten galiz küfürler savuranlar, yıllarca aydın, entelektüel vasfı ile onurlandırıldılar. Durmadılar, Ahmet Türk’e yumruk atan kriminal bir tipe, Yılmaz Özdil; “Ağaya proleter yumruğu” diye yazı yazdı. Saf ırkçılık satarak zengin oldu. Geçenlerde, sanatçılığı kendinden menkul bir kadın Yılmaz Güney’i vasat, katil gibi nitelemelerle eleştiriyordu(!) (Hemen bir dizide kendisine iş bulundu). Akabinde rakı parası için, Kürtlerin yok edilmesini savunan Türk Solu Dergisi’nde yazan Türkmen İlyas Salman bu kadına destek verdi. Fırsat kollayan ulusalcısı-dincisi hep beraber Güney’in mirasını gömmeye çalıştı. Bu nefret ve küçümseme, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in İstanbul’da konser veren soprano Pervin Chakar’ın konser bitiminde elini öpmesi ile yeniden harlandı. İktidar medyasında, eline tutuşturulan şeyleri okuyunca gazeteci olduğunu zanneden Kübra Par, Chakar’ın dünyaca ünlü bir soprano olmadığı için, Özel’in el öpmesini yadırgamış. Özgür Özel acaba Ajda Pekkan’ın bir konser sonrası elini öpseydi, aynı şeyi söyler miydi? Ya da Erdoğan, Kibariye’nin aynı şekilde elini öpse ne derdi bu gazetecimsi kadın? Muhteşem bir davranış, kadına saygı vs şiir dizerdi. Bu kadınla kalmadı bu hastalıklı yaklaşım, Özgür Özel’e eleştiri üzerinden nefret kustular el öpme ritüeline. Çünkü Chakar Kürt. Muhtemelen yakında Yaşar Kemal, Cemal Süreya, Ciwan Haco veya diğer Kürt sanatçı ve yazarlara da yöneleceklerdir. Elbette Ahmet Kaya’ya, Ahmet Türk’e, Yılmaz Güney’e medyalarında ambargo uyguladılar, uyguluyorlar. Şimdi de Chakar’ın TRT arşivinde bulunan kayıtları silindi.
Sanatın gücü
Kürtleri sanat ve edebiyat dünyasında niçin görünmez kılmak istiyorlar? Sanatın öyle güçlü bir etkisi var ki; Bin nutka, bin eyleme bedeldir. Önemli olan, bu gücü açığa çıkarabilmektir. Bunun için sanatsal çalışmalar her zaman önemli olmuş, toplumları değiştirmeye güç getirmiştir. İnsanlık tarihinin en barbarca katliamını yapmış Nazilerin vahşetini sanat deşifre etmiştir. Sinema, edebiyat, müzik ve resim gibi sanatın çeşitli dalları bunu gerçekleştirmiştir. Tabii ki haksızlığa uğrayan toplumlar, bunu insanlık tarihine aktarabilmesi için, kendi içinden yetkin sanatçıları ortaya çıkarmalıdır. Nitekim Yahudi kökenli sanatçılar bunu başardılar. Özellikle sinemayı kullandılar. Kabul etmek gerekir ki, çok da büyük yönetmenler çıkardılar. Jakop’un Yalanları, Sofia’nın Seçimi, Kalpazanlar, Piyanist, Schindler’in Listesi, Kadersizlik, Sobibor’dan Kaçış, Beyaz Bant gibi filmlerle dünyayı derinden etkilediler. Sanat bellek yaratır. O nedenle İspanya İç Savaşı’nı tarif eden şey, Pablo Picasso’nun Guernica adlı tablosudur. Küba Devrimi, Che’nin devrim meydanında Don Camilio için düzenlenen cenaze töreninde objektife yakalanan gözleridir. Edward Said’in attığı taş, dünyanın gözünü tekrar Filistin’e çevirmesine neden oldu. Taşın etkisi, atılan taşta değil Said’in Filistinli bir filozof olmasından kaynaklıydı. Kürtlerin sanatçı-aydın değerlerine bunun için saldırıyorlar. Geçmişte Kürtleri anlatan hikâyelerin, filmlerin, kitapların, resimlerin, şarkıların üzerine bunun için abanıyorlar. Ortaya çıkabilecek etkiyi azaltmak için, hala aktif olan Kürt sanatçı ve aydınlarını hükümsüz kılmak istiyorlar. Kürtlerin sorunlarını dünya halklarına taşıyacak sanatsal üretimleri engellemek istiyorlar. Kürtlerin önemli düzeyde entelektüel ve sanatçı çıkaramayan, cahil kalmış, Türk’ün aklına muhtaç olduğu algısını yerleştirmek istiyorlar.
Makbul Kürt kime deniliyor?
Türkü yücelten, medeniyetin kurucusu sayan, Ermenileri, Kürtleri, Alevileri ve Rumları aşağılayan, kendilerini çoban, diğerlerini sürü olarak niteleyen bir heyulanın günümüzde nasıl fikirler yarattığını görmek açısından ibretlik bir kitap olan, Cumhuriyetin ırkçı romancılarından Esat Mahmut Karakurt’un Dağları Bekleyen Kız romanına bir bakalım. Ağrı İsyanı sonrası kaleme alınan kitap, 1937 yılında ilk kez yayınlanır. Zamanlama çok önemlidir. Çünkü 1937, Dersim’de tedip ve tenkil harekâtı, yani Dersim katliamının uygulanmaya başladığı yıldır. Kitabın kabaca özeti şöyledir: Ağrı bölgesinde şakiler (Kürtleri betimleyen tanımlar ne kadar tanıdık değil mi?) isyana kalkışmışlardır. On uçaklık filo, bölgeyi bombalamaya gider. Mülazım (Teğmen) Celal bu bombardıman sırasında açılan ateş sonucu ölür. İkinci bombardıman dokuz uçakla yapılır. Bu sefer de, Mülazım Servet’in uçağı düşer ve yaralanır. Yerli halktan (Kürt demek istiyor) devletini seven bir adamın evinde tedavi görür. Evin kızı, bu medeni Türk’e âşık olur. Daha sonra iyileşen Servet, bir başka Kürt öldürme operasyonunda hakkın rahmetine kavuşur. Kitap ilerledikçe, asıl oğlan Mülazım Adnan ortaya çıkar (hepsi de nedense teğmen). Yeni bir bombardıman için istihbarat toplamakla görevlendirilir. Ağrı bölgesine uçar, düz bir yere iniş yapar. Mübarek Yüzbaşı Volkan sanki. Ağrı dağı eteklerine savaş uçağını nasıl indiriyorsa artık. İstihbarat yapmak için yürüyüşe çıkar Mülazım Adnan. Yolda bir şakiye rastlar. Ona, şeyhi ile görüşmek istediğini, bir derdini anlatacağını söyler. Yazar, kafasında Kürtleri o kadar cahil olarak tasarlamış ki, bir savaş pilotundan şüphe etmez Kürt isyancı. İstihbarat toplayan Adnan’ı Kürtler zamanla isyancı sanır. Muhabbete bakar mısınız? Bu arada Şeyhin kızı Zeynep’i unutmayalım. Adnan’ın casus olduğu anlaşılınca elleri bağlanır. Bu arada uçaklar yeni bir bombardımana başlar. Zeynep, bu arada esir edilmiş Adnan’a âşık olmuştur. Onun ellerini gizlice çözer. Kendisine bütün bildiklerini anlatır. Bu bilgiler ışığında, yeni bir hareket planlanır. Böylece şakilerin bir kısmı öldürülür, bir kısmı da esir alınır. Zeynep de esir alınmıştır. İdamı istenir Zeynep’in ama yargıç, verdiği bilgiler ve Adnan’ı kurtarması karşılığında serbest bırakır. Babasını, annesini, kardeşlerini öldürmeleri için Adnan’a yardımcı olan Zeynep, tedip edilmiş bir vatandaş olur.
Romanın saçmalığı bir yana, bütün iktidarların Kürtlerden bekledikleri, bir Zeynep olmalarıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk hükümetinden son hükümetine kadar, hepsinin arka planını ‘Dağları Bekleyen Kız’ romanındaki kurgu beslemektedir. Bu kurgu bir romandan ibaret olmayıp, kuruluş felsefesinin de özetidir. Onun için kimliğinden uzak Yılmaz Erdoğan, Yavuz Bingöl, Emrah gibiler sanatçı payesi alırken; Ahmet Kaya, Yılmaz Güney, Pervin Chakar linç edilir, yok sayılır.