Ahmet Davutoğlu’nun ettiği “devrimciyim” lafının, söyleyenin vaziyeti itibarıyla Andrzej Wajda’nın Danton filmini çağrıştırması kaçınılmaz. Hayır, “her ihtilal önce kendi evlatlarını yer” jargonu değil söz konusu olan; daha şahsi. İki Jakoben devrimci, biri Robespierre öteki Danton, neyi paylaşamamışlar sorusunu getiriyor önümüze Wajda. O gün ne olduğu üzerine tevatürler muhtelif. Ama Wajda’nın bize sunduğu çarpıcı sahnelere inanacak olursak Danton, Robespierre’den rol çalarak esas Jakoben önder benim demeye getirmiş. Sonuç: giyotin. Filmde ilginç olan, Danton’un idam kararını veren Robespierre’in sonunun da kısa bir süre sonra eski yoldaşı ile aynı olması. Hep Cehape zihniyeti işte…
Deyip geçmek mümkün değil çünkü ortada hem Erdoğan hem de Davutoğlu’nun tahayyüllerindeki “devrim” kavramı uyarınca ihtilalin entelektüel karargahı olarak tasarlanmış Şehir Üniversitesi’nin kapatılması gerçekliği var. Davutoğlu bunun üzerine radikalleşiyor; kendini devrimci ilan ediyor. Haksızlığa uğramış, henüz boynunu giyotine teslim etmek zorunda kalmış olmasa da tasfiye olmuş mağdur ihtilalci.
Ahmet Davutoğlu’nun o lafı, gençlikle diyalog çerçevesinde mücbir bir belagat değil de gerçekten kendisinin bir devrimci olduğuna inanarak sunduğu bir ifade olarak kabul edilecek olursa, o devrim tahayyülünün ne olduğu sorusu ile karşı karşıya kalmak kaçınılmaz olacaktır. Cevabı aslında basittir: Davutoğlu’nun ihtilal vizyonu, bir Sünni-Türk ihtilalidir. Aslında bu, Erdoğan’ın kendisinin bizzat yürütmekte olduğunu düşündüğü ihtilal tahayyülü ile birebir örtüşmektedir.
Sünni-Türk ihtilali, TRT dizilerinin iddiasına bakarsak kökenleri Ertuğrul’un dirilişinde olmakla birlikte, esas olarak II. Abdülhamid’in iktidara gelişi ile başlamıştır. Daha doğrusu, Abdülhamid’in emri ile kurulmuş Hamidiye alaylarının yine Abdülhamid’in emri ile giriştiği 1894 Sassun katliamı ile. Bayrağı devralan İttihat ve Terakki önderliği altında bu ihtilal, derinleşen ve genişleyen bir proje niteliği kazanmıştır: Milyonlarca insanın, Müslüman Türk kimliğine uyumlu olmadıkları için katledilmesi sonucunu doğuran bir proje. Ama bu ihtilal, bir nevi “sürekli devrim” niteliği de taşımaktadır. İttihatçılardan bayrağı devralan Kemalizm, 1938 Dersim katliamı ile Sünni-Türk kimliğinin egemenliğini perçinler. Sonra bu “devrim”, yeni atılımlar yaparak Trakya pogromunu gerçekleştirir ve Yahudi varlığını tasfiye eder. Ardından “varlık vergisi” ve akabinde 1955 6/7 Eylül olayları ile Müslüman olmayan bütün varlıkların üzerine Sünni Türk kimliği mensupları tarafından çökülme süreci tamamlanmış olur. Ama yetmez. Devrim süreklidir. Düşmanları ve hedefleri her daim mevcuttur. 1978 Maraş katliamı, ardından Çorum katliamı, Sünni Türk devrimi yolunda büyük adımlardır.
1993 Sivas katliamı Davutoğlu “devrimi” açısından bir dönüm noktası olsa gerekir. Ardından, kendi başbakanlığı altında önce Temmuz 2015 Suruç katliamı ve sonra 10 Ekim 2015 Ankara Gar katliamı, o devrimin yoluna yeni taşlar döşemiştir. Davutoğlu, bu katliamlar karşısında “kokteyl eylemler; DHKPC de yapmış olabilir PKK de” ifadelerini kullanmıştır. Oysa bu cinayetlerin IŞİD tarafından işlendiği ve devlet desteği olmaksızın bu coğrafyada bu çapta eylemlerin ihtimal dışı olduğu herkesin malumudur.
Coğrafya dışında ise Davutoğlu’nun doktrini “stratejik derinlik”tir. Türkçe meali, Osmanlı’yı yeniden kurma idealidir. Davutoğlu, şahsen menfaat çemberinin dışında bırakılmış olmakla birlikte fikirleri gerek Suriye’de gerekse Libya’da gerçekleşen “fetihler” yani yayılmacı dış siyaset anlamında iktidardadır. Bu nasıl bir adaletsizliktir?
Özetle, Davutoğlu’nun ifadesi doğrudur. Kendisi bir Sünni Türk ihtilalcisidir; hem de o ihtilalin en büyüklerinden biridir. Cumhurbaşkanı tarafından yeterince kadri bilinmemektedir. Bu büyük bir nankörlük olsa gerekir. Başında olduğu Gelecek Partisi, Şehir Üniversitesi’nde bugüne kadar yetiştirmiş olduğu kadroları eliyle bu mazlumun hakkını vaaz edecek olmuştur ki onlar da aynı akıbete maruz bırakılmışlardır.
Ama bu çakma mazlumlara da o Sünni Türk ihtilali sevdalılarına da topluca bir “dur” diyecek de elbet bulunur. Bunu, yine Andrzej Wajda’nın Danton anlatısından biliyoruz. Son sahne, son derece pişman bir Robespierre’in giyotine gidişini gösterir. Fonda, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin maddeleri bir çocuk tarafından okunmaktadır.