Türkiye’nin son yıllarda gündemi sıradanlaşan(!) skandallarla meşgul. Bu skandalların bir yerlerinde de mutlaka siyasal iktidarın ve kamu otoritesinin unsurlarının suç ortaklığı vardır.
AKP, iktidarının ilk yıllarında özelleştirme politikalarıyla kamuya ait olanı, halkın emeğini, sofrasındaki ekmeğini, sağlığını, eğitimini sermayeye peşkeş çekmesinde bu günlerin yaşanacağı belli idi. Çünkü Eğitim ve Sağlık gibi kamunun yerine getirmesi gereken temel hakların piyasalaştırılması halk için büyük kayıp iken, sermaye için büyük kazanımdı. Üstelik AKP iktidarı halkın sağlığını piyasalaştırmasını da ‘sağlıkta devrim’ ambalajıyla topluma sunuyordu.
Son bir haftadır gündemde ‘yeni doğan çetesi’ şeklinde adlandırılan ve insanı insanlığından utandıran bir şebeke ortaya çıkarıldı.
Peki nedir bu yeni doğan çetesi;
Yeni doğan bebeklerin bazılarının yoğun bakıma ihtiyaç duymasını fırsat bilen çete üyeleri, bebeklerin yoğun bakım gereksinimini paraya çevirmek için harekete geçiyor. Çete üyeleri, 112 Acil Servisi’nde çalışan kamu görevlileriyle anlaşarak yoğun bakıma ihtiyaç duyan bebekler, uygun sağlık hizmeti alacakları hastanelere değil, çetenin seçtiği daha ‘kârlı hastanelere’ gönderiliyor. Çetenin asıl amacı bebeklerin iyileştirilmesinden ziyade daha çok para kazanmak. Fakat bebekler normalden daha uzun süre yatılı kaldıkları veya hiç gereksinim yokken bu bölüme yönlendirildikleri için hayatını kaybettiler.
Bu ve benzeri çetelerin para hırsı; AKP’nin temel insan hakkı olan sağlıkta gerekli kamu yatırımları yapmak yerine sağlıkta özel sektörün önünü açması, hastaları özel sektöre yönlendirmesinin doğal sonucudur. Bugün özel hastaneye giden hiçbir hasta, doktora, sağlık personeline ve sağlık kurumuna güvenmiyor. Biliyor ki gerekli olmayan tetkikler istenecek, gereğinden fazla hastanede yatırılacak, gerekli olmayan ameliyatlar yapılacak, hatta entübe edilen hastaların gerekmediği halde yoğun bakımlarda entübe halleri uzatılacaktır. Bütün bunlar AKP iktidarının temel insan hakkı olan sağlık hakkının piyasalaştırılması politikalarının doğal sonucudur. Ancak dehşet verici olan şey para hırsının küçücük masum çocukların hayatlarına mal olacak düzeyde büyümesi, toplumunun bu dehşete gerekli ve yeterli tepkiyi göstermemesi dahası tepkisiz kalması.
Siyasal iradenin iktidarı elinde tutmak için yarattığı toplum; para hırsı, şatafatlı yaşam, lüks harcamalar düşkünlüğüyle tanımlanabilecek tüketim toplumudur. Tüketim toplumu bütün insani ve toplumsal değerleri aşındırdı ve erdemliliği yok etti. Toplum, empoze edilen lüks yaşamı yaşamak için bedenini ürün, uyuşturucuyu araç olarak kullandı, kamuda rüşvetsiz hiçbir iş yapılamaz oldu. Siyasal irade veya kamu otoritesi başta yargı ve kolluk birimleri olmak üzere neredeyse bütün kurumlarıyla toplumsal çürümenin önünü açtı, kolaylaştırıcısı oldu.
Türkiye’de yargı hiçbir zaman hukukun üstünlüğünü korumadı ama devletin hukukunu korudu. Özellikle söz konusu Kürtler ve muhalifler olunca yargının birinci görevi devletin bekasını(!) korumak oldu. Son yıllarda ise yargı kurumu toplumu unuttuğu gibi devleti de unuttu. Artık yargı parası olan suçluları, çeteleri koruyor; Kürtleri, muhalifleri ve yoksulları da cezalandırıyor. ‘Fetö Borsasında’ söz konusu yapısıyla ilişkisi olan bütün zenginler, siyasiler, bürokratlar paranın gücüyle işlerine kaldıkları yerden devam ettiler. Ancak bizzat siyasal iktidarın ve kamu otoritesinin eliyle bu yapıya yönlendirilen yoksulların çocukları cezalandırıldı. ‘Fetö Borsasında’ rol alan yargı mensuplarının baş rol oynadığı çetelerin motivasyonu devleti korumak değildi, motivasyonları ceplerini doldurmaktı. Siyasal irade ise iktidarını korumak için bu rüşvet çarkını seyretti hatta onlar da paylarını almak için ‘Fetö Borsasına’ katıldılar. Toplum tepkisiz kaldı. Yoksul halkın çocukları cezaevlerine girdi, çetenin mensupları ceplerini doldurdu, gerçekten söz konusu yapıyla ilişkisi olanlar da ihalelerine ve işlerine kaldıkları yerden devam ettiler.
‘Ata-Dedeler’ çetesi ise ‘Siyaset-MİT-Yargı’nın başrollerini oynadığı dolandırıcı şebekesiydi. Kobani Kumpas Davası’nın mahkeme başkanı bu dolandırıcılık çetesinin baş mimarlarındandı. Türkiye tarihinin en önemli davalarından biri olan Kobani Kumpas Davası bir dolandırıcıya emanet edilmişti. Bu dolandırıcı da dolandırıcılık işlerini devletin bekası adına iktidarın küçük ortağını referans gösteriyordu. Toplum sessiz kaldı, Kürtler ve Kürtlerin dostları AİHM kararına rağmen cezaevlerinde rehin alınmaya devam ediyorlar, ülkenin hukukunun ve demokrasisinin tabutuna bir çivi daha çakılmış oldu.
Adana’da hakimlik yapan Gül Altınok olayı ise toplumsal çürümenin en iğrenç halini gözler önüne sermektedir. Bir hakim para, lüks yaşam, şatafatlı hayat ve güç için ne kadar alçalabildiğini, bedenini başta olmak üzere ruhunu nasıl tükettiğini, insani değerleri nasıl ayaklar altına alındığını topluma gösterdi. Ama toplum yine tepkisiz kaldı. Bu ahlaksız çetede her ne kadar hakim Gül Altınok’un ismi öne çıksa da işin içinde Sinop’tan Edirne’ye, Adana’dan Osmaniye’ye kadar MİT mensupları, kolluk personeli, Gül Altınok’un vali yardımcısı eşi, savcı, başsavcı ve hakim gibi başka yargı mensupları ve iş insanları da bu suç ve ahlaki yozlaşmış çetesinin üyeleridir. Buna Yargıtay’daki üyeler de dahil olmak üzere. Gül Altınok isimli hakim, Adana Terör Savcısı ve Adana Başsavcı Vekili ile ele geçirilen adliyedeki uyuşturucuyu kullanıp alem yapıyor. Bu ahlaksızlığı soruşturmak yerine tarafları barıştıran Cumhuriyet Başsavcısı da uyuşturucu baronu çıkıyor. Toplum yine sessiz, toplumsal değerler yine ayaklar altına aldı.
Ağustos ayında Diyarbakır’da iddianameye yansıyan haliyle küçük Narin aile üyelerinin ortak iradesiyle öldürülmüş. Küçük Narin’in cenazesinin 19 gün boyuncu bulunmamasında, dostlarını koruyan siyasetçilerin ve en hafif tabiriyle ihmalleri bulunan kolluk personelinin rolü olduğu açıktır.
Eğitim kurumlarında cemaatlerin, kolluk kurumunda mafya ve çetelerin, yargı ve sağlık kurumları başta olmak üzere kamu kurumlarının rüşvetsiz iş yapılmadığı ve bu durumlarda paralel yapı ve çetelerin etkileri uzun uzun örnekleriyle anlatılabilinir. Ama;
İnsani değerlerin aşındırılmasında, toplumsal ahlakın yıkımında siyasal iradenin planlanan politikalarının sonuçları olduğu açıktır. Ancak toplumun da insani değerlerin aşındırılmasında ve toplumsal ahlakın yıkımında gerekli tepkiyi göstermemesinin de payını unutmamak lazım. Siyasal irade insani değerleri aşınmış, toplumsal ahlakı yozlaştırılmış etkisiz ve tepkisiz toplumda iktidarını daha rahat sürdürebilir. Bu nedenle böyle bir toplum inşasında rolünü oynayacaktır. Ancak toplumun da bireysel ve toplumsal onuruna sahip çıkması için, insani değerlerin yeniden inşası için, ortak vicdanı ifade eden toplumsal ahlakın inşası için tutum almalı, sesini yükseltmeli ve dünyayı ahlaksızlara, ruhu ve bedeni çürümüşlere dar etmelidir.