M. Ender Öndeş
Bazı şeylerin üstünden atlıyoruz kimi zaman. Atlıyoruz derken, biz atlıyoruz, yani kamuoyu diye adlandırılan o şekilsiz şeyden söz ediyorum. Yoksa ateş düştüğü yeri yakıyor gerçekten. Önce bildiğin alev alev yakıyor, sonra daha da kötüsü; küllerin altında hiç sönmeyen bir köz olarak…
3 Ekim 1993 gecesi saat 02.00’de geldiler Vartinis kasabasına. Birçoğumuz adını bile duymamışızdır Vartinis’in. Haritada bakmak isterseniz ‘Altınova’ yazmanız gerekir, kimin aklına geldiyse artık, biri emir buyurmuş vaktiyle, Vartinis olmuş sana Altınova. Ona bakarsan bağlı olduğu ilçenin adı olan Korkut da Korkut değil, ona da Til demek lazım ya neyse…
3 Ekim 1993 gecesi geldiler. Daha doğrusu aslında 2 Ekim’de başladı her şey. O gün yakın bir yerde meydana gelen çatışma sonrası bir astsubay ile PKK’li yaşamlarını yitirmişlerdi. Çatışma sonrası kasabanın içinden geçen alay komutanı kasaba meydanında, yüzlerce kişinin önünde havaya ateş açıp “bu gece bu köyü başınıza yıkacağım” diye bas bas bağırmıştı. Kafadan sallamıyorum bunları. Yargıtay diyor, Alay Komutanı Bülent Karaoğlu’nun aynen bu sözleri söylediğini gerekçe yaparak bozuyor alt mahkemenin kararını.
Dediğini yapıyor komutan. Gecenin 02.00’sinde, zırhlı araçlar ve yüzlerce asker kuşatıyor kasabayı. Önce kışlık yemlerden samanlardan başlıyorlar işe. Onlar yanarken tek tek evleri dolaşıp insanları belediye meydanına topluyorlar. Diz çöktürüyorlar hepsine, elleri başlarında. Bu arada, Nasır Öğüt’ün evinden küçük bir çocuğun zafer işareti yaptığını söylüyor askerin biri ve felaket o zaman başlıyor.
Bir an düşünün isterseniz şöyle: Meydana bakan bir ev içindekilerle birlikte cayır cayır yanıyor ve siz, o evdekilerin komşuları, akrabaları, orada, elleriniz başınızda dizlerinizin üstündesiniz. Bir adım atamıyorsunuz. Söndürmek için yerinizden kalkamıyorsunuz.
Anne, baba ve 7 çocuk! Tam 9 kişi!
Çığlıklar geliyor evden ve siz dizlerinizin üstündesiniz.
Yanan çocukların kokusu yayılıyor ve siz dizlerinizin üstündesiniz.
***
Tanıklardan biri anlatıyor: “Çocukları kurtarmaya çalışırken, beni döverek torunlarımın evine soktular. Yine küçük oğlum yardıma giderken askerler tarafından dövüldü. Bize engel olduklarında ise, ‘niye ağlıyorsunuz’ diyorlardı. Ben de ‘niye ağlamayayım içimiz yanıyor’ dedim. Olayı duyan yangının olduğu yere geldi. Kalabalık artıkça askerler yukarı tarafa çekilmek zorunda kaldı. İçerdekiler ise çoktan yanmıştı. Kalabalık içerde yanan cenazeleri çıkardı. Babaları Nasır’ı çıkardıklarında ise bedeni hala yanıyordu. Vücutları o kadar yanmıştı ki bedenini yıkamadık. O şekilde cenazeleri torbalara koyarak gömdük.”
***
Nasır’ın amcasının oğlu Remzi anlatıyor: “Komutanın ‘bu akşam köyü ateşe vereceğim’ tehdidi sonrası o gece birçok kişi Vartinis’i terk etti. Gece askerler tüm köyün etrafını sarmış ve kimsenin evden çıkmasına da izin vermiyorlardı. Silah sesleri yükselmeye başladı. Askerler ve korucular birlikteydiler ve o akşam evi ateşe verdiler. Nasır’ın evi ile bizim evimiz yan yanaydı. Ev ateşe verilirken yardım için gitmeye çalıştık ama izin vermediler. Nasır ve çocuklarının sesleri uzaktan geliyordu. Onlar yanan evden sağ çıksınlar diye dua ediyorduk. Dışarıya çıkmak istedim ama askerler beni tuttu ve burnumu kırdılar.”
***
İnanması kolay değil, biliyorum. İnanmak istemiyorsan hele, hiç kolay değil. Ahmed Arif işte bunun için yazmış o dizeyi: “Rivayet sanılır belki.”
Rivayet sanılır, evet. Daha beteri de var üstelik. Yangın sürerken, canı kurtulsun diye en küçük bebeğini pencere demirlerinden dışarı fırlatan bir baba düşünün. Ve sonra o bebeğin yeniden özel timler tarafından içeriye atılmasını…
***
Nusaybin Belediyesi tarafından sonradan müze haline getirilen evde, yanmış eşyaların arasında çocuklardan kalma bir kalem ve çoğu yanık bir ders kitabı da var. Üstünde “Güzel Türkçemiz” yazısı zor bela okunabiliyor.
Güzel Türkçemiz…
***
Kürtler niye ikide birde ayaklanıyorlar, hiç düşündünüz mü?
Dizlerinin üstüne çöktüklerinde çünkü, evleri yanıyor!