Ne Dünya Kupası’ydı ama! Şölenin ilk gününden son gününe kadar takip etme şansımın olabilmesine yapacağım tek bir yorum var; Harika…
Emre Caka/İstanbul
Dünya Kupası başlarken sizlere “Afiyet olsun” başlığıyla bir yazı kaleme almıştım ve bu organizasyonun dünyanın en büyük ikinci organizasyonu olduğunu, masada büyük tabakların içerisinde ise en sevdiğimiz yemeklerin olduğunu söylemiştim. Bugün ise şunu söylüyorum; Yemeği yedik ziyade olsun, maalesef ki bitti.
Dikenli yollardan geçtiler
Fransa’nın turnuva başlangıcından beri en bariz favori olduğu ortadaydı. Kadrosunda; Varane, Umtiti, Pogba; Matuidi, Kante, Atletico Madrid’in yıldızı Griezmann ve turnuvanın en çok eleştirilen yıldızı Giroud’ya kadronuzda sahipseniz bu sizi muhakkak favori yapıyor. Açıkçası oldukça zorlu bir yoldan da geldi Fransa. Önce Messi’li Tangocuları 4-3 ile geçip, 10 yıllık kadro yapısıyla turnuvanın en sıkı takımlarından birini, Uruguay’ı 2-0 ile geçti. Ardından Belçika’yı ‘Uyutma’ zamanı gelmişti. Didier Deschamps turnuva başından sonuna kadar, “takım hakkıyla oynatılmıyor” eleştirilerine kulağını tıkamıştı. Keza Kırmızı Şeytanları da aynı taktik ile 2-1’lik skorla geçmeyi başardı. Artık ‘çocukların’ önünde bir ‘en’ kalmıştı o da tartışmasız Dünya’nın şu an en iyisi Luka Modric’in önderliğinde mükemmel bir turnuva geçiren Hrvatska! Tüm dünyanın ortaklaştığı bir konu vardı; Hırvatistan sonuna kadar hak ediyor!
Son 16’da Danimarka ile karşılaşan Zlatska Dalic’in öğrencileri dişli rakibine karşı üstünlük sağlayamayınca 1-1 biten 90 dakikanın ardından uzatmaların ardından seri penaltı atışları ile 3- 2 ile geçmeyi başardı. Ardından rakip sık sık doping iddiasıyla gündeme gelen, turnuvanın ev sahibi, İspanya’yı evine yollayan Rusya oldu. Hırvatistan adına kolay olmayacak bu maçta uzatmalara gitmişti. Bir 120 dakika daha… Buradan da alnının akıyla çıkmayı başardılar ve yine penaltı atışlarında 4-3’lük üstünlükle ‘İngiliz oyunu’ ile karşılaşacaklardı. Grup aşamalarının son maçında Belçika’ya bariz bir şekilde yenilerek kolay yolu seçen İngiltere, turnuvaya futbolun rugbyden ayrılış hikayelerine kadar dönüp mükemmele yakın bir duran top organizasyonuyla damga vurdu. Önce ceza sahası içinde tren yapıp ardından bir anda dağılan, yeleği güzel abimizin öğrencilerini geçmek kolay olmayacaktı. Keza öyle de oldu… Geriye düştükleri maçta inanılmaz bir reaksiyon gösteren Hırvatistan, skoru eşitlese de, onlar için en kötü senaryolardan biri yazılmıştı; bir 120 dakika daha.
Maçın uzatmalarında yere yığılan maestro Modric’i yerden kaldırmak mükemmele yakın turnuva geçiren Šime Vrsaljko’ya kalıyor, adale sakatlığı yaşayan Strinic’i teselli etmek 30 metre deparla gelen İnter’in yıldızı Perisic’e kalıyordu. Artık yorgunluk baş göstermekle kalmamış, tüketmişti. Dalic kenardan sürekli uyarılarda bulunmak zorunda kalıyor, kenara gelen Modric, ayakta durabilmek için reklam panosundan kuvvet alıyordu… Maçın penaltılara gitmesi beklenirken ‘kurnaz forvet’ sahneye çıktı; Mario Mandzukic! Kafalardan seken topun ardından bir anda fırlayan Mario, turnuvanın en iyi kalecilerinden Pickford’ı mağlup etti ve finalde 20 sene önce yarı finalde boyun eğdikleri Fransa vardı. Maçı izlediğimiz mekanda minimum yüz kişi vardı, bunların neredeyse tamamı Hırvatistan formalarını giymiş, Modric’in ellerinde kalkacak kupanın hayalini kuruyordu. Keza maçın başlangıcı bunun muhtemel olduğunu gösteriyordu. Uzun uzun maç analizi yapmaya gerek yok, “Fransa muhteşem yetenekleriyle kazanmayı başardı” demek tüm maçın özeti olacaktır.
Hırvatistan nasıl başardı?
Ülke nüfusu 3-4 milyon olan, 23-24 yıl önce savaştan çıkmış bir ülke bugün (meselesinin final oynaması değil) nasıl oluyor da bu kadar kuvvetli ve yıldız çıkarabilir bir duruma geliyor? Spor kültürü nasıl oluşuyor? Bunun için en başa gitmekte fayda var; ilk okullar. Türkiye’de birçok ilk okulda hala beden dersleri olmak üzere, teneffüslerde çocukların oyun alanı sadece düz bir asfalt. Çoğu okulda hala basket potası, kale, voleybol filesi, atletizm malzemeleri bulunmamakta.
Bu da yetmezmiş gibi beden dersleri “boş ders” algısı yaratılmış bir şekilde hocanın “serbestsiniz” demesiyle kontrolden çıkan çocuklar. Spor bilgisinin en temel yaşlarında verilmesi gerekirken, bizde ise bu durum sadece ebeveynlere ya da çocuğun gittiği spor okullarına bırakılmış bir durumda. Keza bu durum müzik, resim ve el işi dersinde de var. Spor okullarına ya da amatör kulüpler de ise durum belki de daha da iç karartıcı. Birçok amatör takımın hocası, minik takımdan 14-16 takımına kadar sorumlu. Çocuğun fiziksel ve zihinsel gelişimi açısından onlarla ilgilenme vakti olmayan bir durumda. Kaldı ki antrenörden çocuğun eğitimi ve psikolojik olarak hazırlanmasını beklemek de biraz vicdansızca olur. Hadi diyelim ki büyük takımların tüm ekipmanları ve antrenör heyeti var.
Peki bunlara kimler katılabiliyor? Tamamı ya eş dost ilişkisi ile minik takımlara elinden tutup götürülüyor, ya da seçmeleri kazandınız diyelim aylık yüzlerce para talebinde bulunuluyor. Yani özetle ülke genelinin çocuğunu büyük takımların alt yapısına gönderemeyeceği bir düzen var. Mahalle arası amatör kulüpler ise ne federasyonun ne de spor bakanlığının gördüğü bir alan. Hala bir çok çocuk, yırtık krampon, kötü saha, tekmelik yerine karton ile parçası ile sahaya çıkıyor. İşte bunların hepsinin anti tezini düşünün. Heh evet aynen öyle, Hırvatistan bizim yaptıklarımızın tam tersini yaptı, yapıyor.
Fransa mı sömürgecilik mi?
Turnuva başlangıcında da sonrasında da en çok konuşulan konuların başında, “Bu nasıl Fransa?” meselesi vardı. Takımın neredeyse bütün oyuncuların Afrika kökenli olması, dünyanın en apolitik anti-emperyalizm cenahını yine canlandırdı. Bir taraftan, “Yugoslavya ile ne alakası var, onların sadece bildikleri katliam” zehrini içselleştirmiş arkadaşlar ardından ise, “Bu bir ekol” kelimesinin tezatlığını anlamamak ile birlikte Fransa’da top koşturan oyuncuların olası bir şekilde ülkelerinde doğup büyümeleri halinde bir sonuç elde edemeyeceklerini de algılayamamış durumda. Hadi uzak tarihler, farklı ülkeler kafalar karışık…
Şöyle özetlesek olur mu; Ramil Guliyev’i Azerbaycan’a özel jet kaldırarak 21 yaşında hala ne teklif ettiğini, nasıl ikna ettiğini bilmediğimiz ‘Milli gururumuz Guliyev’ diye sunmak sömürgeciliktir. Çünkü senin zerre kadar emeğin olmamışken, zaten var olan bir atleti gidip bir şekilde ikna ederek onu vatandaşa geçirmektir sömürgecilik. Fransa bu konuda böyle mi? Sayalım; Takımda 6 oyuncunun hem annesi hem de babası Fransa doğumlu, 12 oyuncunun ise annesi- babası Fransa’ya gelerek vatandaşlık elde eden insanlar. Yani şöyle oluyor; Bu çocukların tamamı Fransa doğumlu. Aslında ne doğumlu olması da önemli değil. Hangi ülke futbolunun alt yapısıyla yetişti; Fransa! Hangi ülkenin metodları, hocaları, mahalle aralarında ki sahalarında top koşturdu; Fransa! Bu çocuklar hiç de önemi olmayan ‘kendi’ ülkelerinde (Kendi ülkeleri de ne oluyorsa artık) kalsaydı, Pogba, Kante, Matuidi olabilecekler miydi? Kimse boşuna konuşmasın Fransa futbolu kazandı ve şu bir gerçek: Son 20 yıla damga vuran ülkelerin başında geliyor.
Teşekkürler, teşekkürler ve teşekkürler
Katılan katılamayan, sahaya çıkan çıkamayan, bekleneni veren veremeyen, hazırlıklar sırasında dev ekran kurulumlarında çalışan temizlik görevlisine; Teşekkürler… Stand kuranlardan, çimlerin kontrolünü sağlayan arkadaştan, kenardan top atan arkadaşa, yüzlerini fütursuzca boyayan tonton amcalara, ülkelerin koca koca bayraklarını bir araya gelip açmayı başaran minik elli kardeşlerimize, takımları taşıyan şoför bey abilerimize, tüm dünyadan Rusya’ya ulaşan, ülkelerinde kalan gazeteci arkadaşlara bilgi aktaran meslektaşlara; Teşekkürler… Takımını harika hazırlayan Dalic’e bize kuvvet ve istek nedir öğreten Modric’e, Tsubasa golü atan Pavard’a top kontrolü dersi veren Messi’ye, Road Runner Mbappe’ye, yelek modasını başlatan southgate’e, milyon dolarlar olan Vida’ya; Teşekkürler… Ve teşekkürler; Bize Türkiye’de yayın yapan yorumcularıyla, spikerleriyle, reji ekibiyle çalışmalar yürüten TRT ekibine… 6 senelik fahiş vergi ödememin karşılığını sadece bir ay olsun almış gibi hisseden kendime, maç biter bitmez AKP seçim propaganda reklamları sokan yönetim ekibine, bize final maçının açıklamalarını, coşkusunu dahi göstermeyen, ilk fırsatta ‘vatanımızın kurtuluş günü olan 15 Temmuz’ gününe kameraları çeviren, bu çığırtkan çizgisinden hiç vazgeçmeyen tüm ekibin eline, emeğine sağlık bu festivalde bile çok başarılıydınız…