Geçtiğimiz haziran ayında yapılan Erdoğan-Biden görüşmesi sonrası kamuoyuna duyurulan tek somut karar, Afganistan üzerine oldu. Buna göre Türkiye, ABD’nin çekilmesinden sonra da Kabil Uluslararası Havalimanı’nın güvenliğinden sorumlu olmayı sürdürecekti. ABD birliklerinin çekilmesi ile eşzamanlı olarak ülkenin yüzde 85’ini ele geçirdiği gözlenen Taliban ise sert bir diplomatik ihtarda bulunarak, ‘işgali sürdürme teşebbüsü’ olarak gördüğü bu projeye itiraz etti. Erdoğan ise Taliban ile ‘inanç birliği’ni vurgulayarak ısrarcı oluyor. Taliban’la ve Pakistan istihbaratı ile diplomasi yürütüldüğü anlaşılıyor.
Taliban’ın Afgan ordusuyla çatışarak yayıldığı ve tam işgale hazırlandığı bir ortamda, Erdoğan yönetiminin neden askeri varlık bulundurmakta ısrarlı olduğu sorusu henüz tam yanıtlanmış değil. Türkiye’deki muhalif çevreler tarafından ABD’nin Türkiye’ye biçtiği tehlikeli bir misyon olarak eleştiriliyor. Ama bu projenin bir boyutunun da Afganistan’da bugüne kadar sağlanmış olan nüfuz ve itibarı sürdürme çabası olduğu görülebilir. Türkiye’nin yirmi yıldır Afganistan’da ABD kuvvetlerine NATO takviyesi bağlamında oldukça sınırlı bir askeri varlığı mevcut. Yaklaşık beş yıldan bu yana ise Kabil Havalimanı’nın işletmesi ve güvenliği Türkiye’nin sorumluluğunda.
Bu süre zarfında Türk askeri varlığına yönelik hiçbir saldırı yaşanmamış olması, Türkiye’de olduğu kadar Afgan çevrelerde de önemli bir itibar göstergesi olarak okunuyor. Ama hiçbir yorumcu, Türkiye’nin ABD’den geriye kalan askeri, ekonomik ya da siyasi boşluğu doldurma çabası içine girebileceğine ihtimal vermiyor. Bu bağlamda gözler daha çok Taliban’a, Pakistan’a, İran’a ve Rusya’ya çevriliyor. İran sessizliğini korurken Rusya’nın, Afganistan’ın kuzey komşusu Tacikistan’da bulunan askeri gücünü kapsamlı biçimde takviye ettiği gözleniyor.
Bu hazırlıklara rağmen, Taliban ilerleyişini durdurma iddiasıyla yeni bir Rus işgali yaşanması da oldukça zayıf bir ihtimal. Bunun yerine; Peştun, Tacik ve Türkî (Özbek ve Türkmen) etnisitelerin ayrışarak farklı bölgesel güçlerin vekalet orduları olarak silahlandığı yeni bir iç savaşın patlaması beklenebilir. İşte bu yaklaşan çatışma ortamı içinde Türk askeri varlığının belli bir rol oynamasının hesaplandığı anlaşılıyor. Türkiye’nin şimdiye kadarki performansına yönelik eleştiriler, bu konuda bazı ipuçları veriyor. Afgan gözlemciler, Türkiye’nin pan-Türkist saplantılarla hareket ettiğini, bu nedenle de Türkî azınlıklar dışında çoğunluğu oluşturan Tacik ve Peştun gruplarla iyi ilişkiler kuramadığını vurguluyor. Özellikle Özbek savaş lordu Dostum’a verilen destek, Afgan kamuoyunda hoş karşılanmıyor. General Dostum, hem Özbek sekterliği, hem pan-Türkist yönelimleri, hem de gaddarlığı nedeniyle Afgan halkları arasında iyi bir üne sahip değil. Gücünün büyük ölçüde Türkiye devletinden aldığı desteğe dayandığı biliniyor.
Öte yandan Erdoğan’ın Taliban’a yönelik ‘inanç birliği’ vurgusu da yaklaşan çatışma ortamı içinde siyasal İslamcı kimlik üzerinden bir ortak payda yakalanabileceği umuduna işaret ediyor. İkinci Abdülhamit’in pan-İslamist hamlelerini çağrıştıran bu perspektif, Taliban’ın İslamcı terörizm ile özdeş namı göz önüne alındığında, Türkiye’deki laik çevreler kadar dünya kamuoyu açısından da kaygı verici.
Hülasa, Erdoğan yönetiminin havalimanını, barışı ve istikrarı muhafaza gibi argümanların ardına saklanarak yaklaşmakta olan iç savaşa pan-İslamist ve pan-Türkist bir ideolojik eksen üzerinden müdahil olma hazırlığı içinde olduğu anlaşılıyor. Bu maceranın sonu ise şimdiden belli: Merak edenler, Libya macerasının bugün gelmiş olduğu noktaya bakabilirler.