ABD, askeri ve ekonomik anlamda yirmi yıl boyunca büyük yatırım yaptığı Afganistan’ı hızla terk ediyor. Bu, ilk bakışta kavranması mümkün olmayan büyük bir yenilgidir. Çünkü, “Asya’nın kalbi” olarak tanımlanan Afganistan coğrafyasına hakim olmak, ilk çağlardan bu yana bütün bölgesel ve küresel güç odaklarının hayali olmuştur.
Modern zamanlarda, İngiltere’nin 19. Yüzyıl boyunca Hindistan’dan sonra Afganistan’ı da imparatorluğunun topraklarına katabilmek için çok uğraştığına tanık oluyoruz. Ama yüksek maliyetli askeri işgaller, kalıcı bir İngiliz egemenliği için yeterli olmamış. Bütün anti-emperyalizm deneyimlerinde olduğu üzere, Afgan halklarının İngiliz emperyalizmine karşı mücadelede başarısının temel nedeni öz-direniş iradesi ise, tali nedeni de diğer yayılmacı ve sömürgeci güçlerin sağladığı destek olmuş. Ülkenin kuzey sınırına dayanmış olan Rusya, bu ‘dost’ yayılmacı güçler arasında birinci sırada yer alıyordu. 19. Yüzyıl boyunca bir başka küresel güç odağı olarak Almanya’nın da Afgan yönetimleriyle hem İngiliz hem de Rus yayılmacı emellerine karşı dostane ilişkiler kurduğu görülüyor.
Afganistan, tarafsız kalmayı başardığı Birinci Dünya Savaşı sonunda bağımsızlığını ilan etti ama uluslararası siyasetin egemenlik mücadelesinin arenalarından biri olmaktan hiçbir zaman kurtulamadı. İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan ‘soğuk savaş’ dengesi içinde Afganistan, Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki mücadelenin odaklarından biri oldu. 20. Yüzyıl boyunca Afgan devletinin özellikle kuzey komşusu Sovyetler’le geliştirdiği iyi ilişkiler, ABD önderliğindeki ‘hür dünya’ tarafından endişeyle karşılanıyordu. Devlet karşıtı güçler yaratılarak desteklendi; dinsel, mezhepsel ve etnik farklılıklar temelinde çatışmalar kışkırtılarak iç savaşa dönüştürüldü. Afgan devletinin modernleşmeci ve kısmen demokratik hamleleri, bizzat ‘modern’ Batılı ülkelerin müdahalelerinden beslenen geleneksel yapıların radikalleşmesi sonucu hedeflerine ulaşamadı. Küresel güçler kadar, İran ve Pakistan başta olmak üzere bölgesel güçlerin de bu egemenlik kavgasının içinde yer almayı, geçen yüzyılda olduğu gibi 21. Yüzyıl’da da sürdürmekte oldukları gözleniyor.
1973’te ilan edilen cumhuriyet akabinde yaşanan iktidar kavgaları ardından gelen 1979 Sovyet işgalinden bu yana, Afganistan sonu olmayan bir iç savaş içinde yaşıyor. Stratejik coğrafi konumu üzerine zengin yer altı kaynaklarının vaat ettiği potansiyel de eklenince Afganistan’ın neden küresel güçler arası kavganın önemli arenalarından biri olduğu anlaşılıyor. Ülkenin el değmemiş doğal kaynaklarının değeri en az 1 trilyon dolar olarak hesaplanıyor; özellikle başka coğrafyalarda çok ender rastlanan lityum potansiyeli önemli. Afgan toprakları, uranyum başta olmak üzere küresel sanayinin ihtiyaç duyduğu birçok element ve hammaddenin potansiyel kaynağı.
Değerli enerji kaynaklarına sahip olmamakla birlikte, Afganistan önemli bir enerji nakil hattı üzerinde yer alıyor. Hazar Denizi rezervlerinin bir bölümüne sahip olan Türkmenistan’ın doğal gazını Afganistan ve Pakistan üzerinden Hint Okyanusu’na ve Hindistan’a taşıyacak bir boru hattı projesi, ülkenin batısını dikey olarak kesiyor.
Son olarak, dünya afyon üretiminin kalbi olması nedeniyle küresel yasadışı narkotik sektörün en önemli kaynağı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Batı ülkelerine illegal uyuşturucu sevkiyatı, Afganistan’ın güneyindeki en muhafazakar eyalet olan Kandahar’dan başlıyor. Bu uluslararası ticaret ağının kontrol altında tutulması, hiç kuşku yok ki bütün küresel ve bölgesel güç odakları açısından stratejik öneme sahip.
İşte ABD’nin alelacele bırakıp kaçmakta olduğu ve o boşluktan istifade Erdoğan yönetiminin göz koyduğu, böyle zengin bir pasta. Yedirirler mi? Bundan sonraki yazı, bu soruya yanıt arayacak.