6 Şubat depremlerinde resmi rakamlara göre 50 bin, dönemin Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı ve 31 Mart seçimlerinde İBB başkan adayı olan Murat Kurum’un son açıklamasına göre ise 130 bin kişi enkaz altında can verdi (Kurum, daha sonra bu rakamın Türkiye’deki depremlerde ölenlerin toplamı olduğunu söyledi ama sahada çalışma yapanların tespiti, 6 Şubat depreminde yaşamını yitiren sayısının bu civarda olduğunu gösteriyor.). Depremden etkilenen 11 il ve çevresinde, 36 bini aşkın bina, depremler esnasında yıkıldı, 311 bin bina kullanılamaz hale geldi. Depremlerin ekonomik maliyetinin ise 120-130 milyar doları bulduğu tahmin ediliyor.
Depremde enkaz altında kalanlar sadece ölen ve yaralananlar değildi; onlarla birlikte Türkiye Cumhuriyeti -devleti ve milleti ile birlikte- topyekün enkaz altında kaldı. Aradan geçen bir yılda bu enkaz kaldırılamadı; devlet de millet de enkazın altından hâlâ kurtulamadı!
Kurtarılamadı çünkü devleti yönetenler, yıkıma neden olan imar ve inşa politikalarıyla birlikte deprem sonrasındaki kurtarma faaliyetlerindeki sorumluluklarının hesabını vermediği gibi yıkılan kentlerin yeniden imarı ve inşası sürecinde “yıkıma neden olan” sorumsuzluklarını büyük bir yüzsüzlükle devam ettirdiler. Hatta nedeni oldukları felaketi fırsata çevirmekten de geri kalmadılar. Devleti yönetenlerin felaketi fırsata çevirmesinin en somut örneği 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi hakkındaki yasada yaptıkları değişikliklerdir. Deprem gerekçe gösterilerek yapılan bu değişiklikler ile yeni rant alanları açmak için kamu gücü kullanarak -zorla- mülkiyete el konulmasının önü açıldı; böylece Anayasal bir hak olan “barınma hakkı” da gasp edildi.
Öte yandan depremde yıkımın ve can kayıplarının birinci dereceden faillerinin birçoğundan hesap sorulmadığı gibi failler, cezasızlıkla ya da yeniden milletvekili, belediye başkanı adayı vs yapılarak adeta ödüllendirildi. Bunu yapan sadece iktidar partisi de değildi. Hatay’da olduğu gibi ana muhalefet partisi de failleri yeniden belediye başkan adayı olarak göstererek ödüllendirme kervanına katıldı.
Depremlerin üzerinden bir yıl geçmesine rağmen ne on binlerce depremzedenin barınma, beslenme gibi en temel ihtiyaçları tam olarak karşılandı ne de deprem için yurtiçi ve yurt dışından yapılan yardımların akıbeti öğrenilebildi. Yıkılan kentlerin yerine halkın ihtiyaçlarını karşılayacak, güvenli bir yapılaşma için ayrılması gereken kaynaklar, rant amacı güden projelerle müteahhitlere aktarıldı.
Sonuç olarak, 6 Şubat depremleri Cumhuriyet tarihinin en büyük afetlerinden biri idi. Ancak devleti yönetenler kentler planlanırken, binalar inşa edilirken ve deprem sonrasında kurtarma çalışmalarında üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmediği için bu afet, yüzbinlerce binanın yıkıldığı, bu binaların enkazında yüz bini aşkın canın yitirildiği bir felakete dönüştü.
Aradan geçen bir yılda devleti yönetenlerin afeti felakete dönüştüren politikalarında bir değişiklik olmadığı gibi, depremi fırsata çevirme çabası içine girildi. Dolayısıyla bugün Türkiye’nin herhangi bir yöresinde benzer ölçekte bir deprem olması halinde -ki her an beklenmektedir- ortaya çıkacak yıkım, kurtarma çalışmalarındaki rezaletler ve verilecek can kaybı bir yıl öncekinden çok da farklı olmayacaktır.
Bundan daha vahim olansa, içinde bulunduğumuz yerel seçim sürecinde iktidar gibi muhalefet partilerinin ve onların gösterdiği adayların depremin -ve benzeri afetlerin- felakete dönüşmemesi için ortaya koyduğu herhangi bir ciddi projenin olmamasıdır. Bu da -uzmanların sürekli olarak uyardığı- muhtemel bir deprem halinde önümüzdeki beş yılda da tablonun değişmeyeceğini göstermektedir.
Kentlerin yaşam alanı, konutların barınma mekanı olmak yerine “rant” olarak görüldüğü; kârın insan yaşamından daha değerli olduğu anlayış değişmediği sürece afetlerin insanlar için felakete, felaketin ise sermaye ve iktidar sahipleri için fırsata dönüştürülmeye çalışıldığı düzenin de değişmesi beklenemez.
Değişim için “halk iradesinin sermayenin kârından ve iktidarı elinde bulunduranların çıkarlarından üstün kılınması” gerekir ki bunun için de halkların yaşam alanları olan kentleri kendi iradeleriyle yönetmesi gerekir. Bu ise halkın, egemenlerin -üretim sürecinden başlayarak- yaşamları üzerindeki tahakkümünü kırması için gerçekleştireceği mücadeleye bağlıdır.