Meclisteki performansları açısından 1950-1960 yılları arasında Diyarbekir milletvekili seçilen 18 kişi arasında en aktif üç vekil, her biri farklı bir eşraf grubunu temsil eden Mustafa Remzi Bucak (aşiret lideri), Mustafa Ekinci (şehir eşrafı) ve Yusuf Azizoğlu (ağa) idi. Bu üç “Doğulu” vekil, tek parti rejiminin şiddet ile sağlanan “tedip ve tenkil” yıllarından sonra politik alana çıkan Kürtlerin vatandaşlık hakkı temelli yeni politikasının inşasında önemli bir rol oynadılar. Daha çok yerel ölçekte askeri ve bürokratik elitlerin Kürtlerin “vatandaşlık haklarına” yönelik hukuk dışı uygulamalarını hedef alan yeni bir vatandaşlık grameri içinden konuşan bu mebusların TBMM’deki diskurlarında 1925-1938 arası dönemdeki Kürt direnişlerine nerdeyse hiç referans yoktu.
1904’te Diyarbekir’de doğan Mustafa Ekinci, Yasinzâde ailesinin bir ferdiydi. Ekinci’nin ailesi aslında 1915 Ermeni Soykırımı başta olmak üzere birçok alanda devlet ile iş birliği yapmıştı fakat bu onları 1930’larda Denizli’ye sürgün edilmekten kurtaramadı. Cemilpaşaların damadı olan Mustafa Ekinci, 1947’deki af sonrasında Diyarbakır’a döndü ve Demokrat Parti’ye katıldı. Partinin ona tahsis ettiği jip ile köyleri dolaşan Ekinci, “Şark’ta bir silsile halinde işlenen fecaatlerden” ikisi olan “Özalp Olayı” ve “Karaköprü Hadisesi”den bahsediyor ve bunları “hükümetin zalimane siyasetine misal” gösteriyordu. 1950’de DP Diyarbakır mebusu olan Ekinci, 1954’te de ilk başta yine DP’den milletvekili seçildi fakat sonra istifa ederek bağımsız kaldı, daha sonra ise kurulan Hürriyet Partisi’ne geçti.
Mustafa Ekinci, 1957’de yaşamını yitirene kadar, mebusluk yaptığı iki dönem boyunca Meclis’te oldukça aktif bir performans sergiledi. Mustafa Muğlalı’nın Van-Özalp’teki 32 Kürt’ün katliamındaki rolünden dolayı yargılanması ve Karaköprü (Pira Reş) katliamı başta olmak üzere Tek Parti dönemindeki birçok hak ihlalini meclise taşıyarak geçmişle yüzleşme mücadelesinde önemli bir referansa dönüştü.
Karaköprü Hadisesi olarak bilinen katliam, Pirinççizadelerin şikâyeti üzerine, 1936 baharında gözaltına alınan 103 köylünün “şakilik yaptıkları” iddiası ile dönemin Umum Müfettişi Abidin Özmen’in emriyle Bismil, Çınar, Silvan ve Diyarbakır kent merkezi ve çevre köylerden toplanan insanların üçer beşer kişilik gruplar şeklinde toplatılarak sorgusuz bir şekilde kurşuna dizilmesiydi. Katliam, Şeyh Sait direnişinin ardından Binxet (Rojava) tarafına geçen Kürtlerden bir grubun Suriye hududundan gelerek Karaköprü mevkiinde 6 kamyonu soyması ve iki kişiyi öldürmesine karşı “ibretlik” bir misilleme olarak gerçekleşti. 1950’de, DP’den milletvekili seçildikten hemen sonra Mustafa Ekinci tarafından ilk defa gündeme getirilen katliam, 1950-1952 arasında araştırılmış ve 1952 Haziran ayında konu Meclis’e gelmiş, 1953 Ocak’ta ise müzakere edilmiş ve beş kişilik bir tahkik heyeti kurulması kararı alınmıştır. Fakat Bakanlığa intikal eden tahkikat sümen altı edildi. Mustafa Ekinci’nin girişimiyle 1956’da konu tekrar Meclis’e taşındı. Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı’nın yaptığı araştırma sonucunda; o dönemde Diyarbakır’a gelen İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın, beraberinde bulunan Birinci Ordu Müfettişi Orgeneral Kazım Orbay, Birinci Umumi Müfettişi Abidin Özmen, Diyarbakır ve Mardin valileriyle 7. Kolordu Komutanı’nın iştiraki ile bir toplantı yaparak Diyarbakır, Mardin ve Urfa mıntıkasında askeri bir harekât icrasına emir verdiği ortaya çıktı.
Mustafa Ekinci meclis kürsüsündeki konuşmasında adeta Kürtlerin ilerleyen yıllardaki legal siyasetteki temel politikalarından birisi olacak olan geçmişle yüzleşme ve adalet talebinin nirengi noktasını oluşturan bir diskur ortaya koyar: “Bu dava yalnız bizim neslimizin davası değildir, aynı zamanda tarihin ve gelecek nesillerin davasıdır. Biz 1926-1937 seneler arasında işlenen büyük cinayetlerden bahsetmek istemiyoruz. Biz, kan ayaklı çocukların, 85’lik ihtiyarların, feci bir şekilde sürülmeleri üzerinde de durmayacağız. Çünkü bunlar müruruzamana uğramış, bazıları asayiş ruhuna mugayir çıkarılan konulara istinat ettirilmiştir.”
Mustafa Ekinci bu konuşmasında her ne kadar Tek Parti rejimini “Gestapo ruhu ile hareket eden bir idare” olarak tanımlasa ve “kangren halini almış yaralara operasyon lazımdır. Bu yapılmadıkça Şark davası silinmiş ve kalkmış diye bir kanaate varmak, yurdu bilmemek ve gaflete girmek demektir” dese de; Kürt meselesini egemenlik bağlamından koparan, isyan ve direnişlerin (1925, Ararat, Zilan, Dersim 38), kanlı bir şekilde bastırılmasını geride bırakan ve geçmişle yüzleşme / adalet talebini artık Türk ulus-devletinin vatandaşlık hukuku içerisinde konumlandıran bir kaymanın amentüsü olacaktır bu sözler.