Hukuk ve adalet sorunsalı, insanlık tarihinin bütün dönemlerinde adaleti gerçekleştirebilmek için bir arayış konusu olmuş, insanın ancak adalet sayesinde güvenceye ve huzura kavuşabileceği gerçeğine varılmıştır.
“Bir rejim, halkın adalete inanmadığı noktaya gelmişse o rejim mahkûm olmuştur” diyor Montesquieu.
Yazıktır ki ülke böyle bir konuma getirildi. Türkiye’de yapılan anket çalışmalarında vatandaşların büyük bir kesimi yargıya güvenmediğini belirtiyor.
***
Bu hafta (24 Ocak –31 Ocak) siyasi cinayetleri simgeleyen bir hafta…Adına “Adalet ve Demokrasi Haftası” denmiş.
Türkiye’nin yakın geçmişinde demokrasi, adalet ve özgürlük uğruna katledilmiş insanların anıldığı bir hafta.
Adalete dayalı hukuk devleti ardında faili meçhuller bırakmamış, geçmişinin her olayıyla yüzleşmiş ve hesaplaşmış devlettir.
Türkiye ne yazık ki böyle bir yüzleşmeyi gösteremedi.
Adaleti sağlamakla yükümlü yargı mekanizması her geçen gün daha da siyasallaştı, siyasilerin emrine amade bir hal aldı.
Bu konuda çok yazılıp çizildi. Yıllar öncesinde yazılmış bir yazı eleştirel yapısını ve güncelliğini korur vaziyette. Çünkü çok şey değişmedi.
Bu ülke, yıllarca baskıyı hücrelerinde hissederek yaşadı. Onu normal bir şeymişçesine kanıksadı. Türkiye’nin yakın tarihi; katliamlar, kayıplar, ölümler ve faili meçhul bırakılan cinayetler mezarlığı gibidir.
Kendisine demokratik, hukuk devleti diyen bir yapının kapsayıcı ve kucaklayıcı olması gerekir. Ne yazık ki Türkiye’de baskıcı yapının algısı ve zihniyeti bu alanda da baskıcı ve yasakçıdır.
‘Suç’ ve ‘suçlu’ tanımı getirilen yeni yasaklarla alabildiğince genişletiliyor. Adına kuşatma, baskı, korkutma, sindirme… Ne dersek diyelim hedef ilk elde tüm muhalif dinamikleri ve toplumu korku cenderesi içine hapsetmek.
Türkiye’deki anayasal en yüksek yargı organı olan Anayasa Mahkemesi’nin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği kararlar bile -bağlayıcı olmalarına rağmen- uygulanmamaktadır.
Her şeye rağmen meslek ahlakından taviz vermeyenleri, yargıçları tenzih ederek söylersek; yargı bağımsızlığı olmadığından, siyasilerin baskı ve yönlendirmeleriyle karşılaşan yargıçların buna uygun kararlar alma ihtimalinin yüksek olduğu da bir gerçekliktir. Kendisini ‘hukuk devleti’ olarak gören ve bunu anayasasının olmazsa olmazı olarak tanımlayan bir devlet, hakkın ve hukukun gözetilmediği, hukuksuzluğun pik yaptığı bir yapıya dönüşmüş durumda. Adalet tüm yasaların omurgası gibidir. Adaletin olmadığı yerde hukuktan, hukuk devletinden söz edilemez.
***
Toplumbilimciler, olay ve olguları kavramada kaçınılması gerekli iki eğilim görür: ‘Kutsallaştırma’ ve ‘sıradanlaştırma.’ Bu eğilimlerden birincisi, her olayı ayrı bir kategoriye, ikincisi ise pek çok olayı aynı kategoriye sokmayı ifade eder. Olayın kutsallaştırılması, hiçbir şeyin ona yaklaşmamasını sağlamak üzere onu ayrı bir alanda tutmak için diğerlerinden soyutlamak şeklinde tanımlanıyor. Sıradanlaştırma ise, ‘geçmiş’i ana yapıştırmak, birini diğeriyle basitçe özümsemek. Sonuçta bu durum her ikisini de yanlış tanımak anlamına geliyor.
Türkiye’nin hak, hukuk ve adalet konusunda kronikleşmiş hastalıklarından biri de cezasızlık. Buna bağlı olarak ‘zamanaşımı’ da bizzat yargı eliyle uygulanagelen adaletsizliğin kılıfı haline dönüştürülmüş durumda.
Bu konuda adaletin terazisi faillerden yana oldu hep. Koruma zırhına bürünen failler devlet tarafından korundu. Açılan davalar da zamana yayılarak bilinçli olarak ‘zamanaşımı”na uğratıldı.
Yasa ve uygulamalar evrensel hukuk verilerini hiçe sayıyorsa, katilleri, halk düşmanlarını aklıyor ya da cezasız bırakıyorsa, o hukuk ve hukuku yapanların meşruluğu da tarih karşısında hep tartışmalı kalacaktır.