Açlık Oyunları, son dönemin öne çıkan fantastik macera filmleri arasında yer alıyor. Film, Kuzey Amerika’da kuraklık ve arkasından gelen yangın ve kıtlıklarla zayıflayarak çökmüş; bir başkent ve 12 eyaletten oluşan Panem adında bir ülkede geçiyor. Bu yeni ülkede her sene eyaletlerden kura ile seçilen ikişer gencin katıldığı “Açlık Oyunları” düzenlenmektedir. Film gibi olmasa da teatral bir oyunda iki farklı sahnede, birisi parlamento diğeri “Asgari Ücret Tespit Komisyonu” denilen iki ayrı toplantıda, bir aylık bir oyun sahneye konuldu. Parlamentoda devlet bütçesi görüşülürken hükümet ve patron temsilcilerinin çoğunluğu oluşturup işçi temsilcilerinin neredeyse görüntüsel bir konuma iteklendiği toplantılarda asgari ücret “pazarlıkları” yapıldı. Asgari Ücret Tespit Komisyonu denilen toplantıların sonucunda milyonlarca işçiye açlık sınırında bir yaşam dayatıldı. Bu toplantılarla aynı zaman diliminde yoksulların seçtiği iktidar, mecliste onlardan toplanan vergilerle oluşan devlet gelirini saraya ve patronlara peşkeş çeken bir bütçeyi onayladı. İşin talihsizliği burada yatıyordu. Halkın vergilerini patronlara peşkeş çekip halka açlık sınırında yaşamayı dayatanları yine aynı halkın çoğunluğu seçiyordu.
Milyonlarca işçiyi ilgilendiren asgari ücret, patronlar ve onun hükümeti tarafından açıklandı. Açıklanan rakamla asgari ücret brüt 2.943 TL, net ise 2.324 TL oldu. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı açıklamayı yaparken “TÜİK’in yılsonu enflasyon beklentisinin yüzde 12 civarında olduğunu, asgari ücrete bunun yaklaşık 3 puan üzerinde bir artış yaparak işçiyi, emekçiyi enflasyona ezdirmediklerini” iddia etti. Oysa enflasyonu yüzde 12 diye açıklayanlar doğal gaza, elektriğe ve zorunlu tüketim ürünlerine yüzde ellilere varan oranlarda zam yapanlarla aynı hükümetin sözcüleriydi. Çalışan milyonlarla dalga geçer bir havada konuşmaktan kaçınmıyorlardı. Ama bu durum da pek yadırganmıyordu. Zira uzun süredir mecliste bütçe yapan parti sözcüleri de aynı şekilde konuşuyordu.
İşçiye ödenecek en düşük ücret olarak tarif edilen asgari ücret, açlık sınırı üzerinden tespit edilmektedir. Asgari ücret, ülkede işçiye ödenen en düşük ücret olmaktan çok milyonların ücreti açısından belirleyici ücret olarak kullanılıyor. Özgür Müftüoğlu’nun bu gazetede yayımlanan yazısında dediği gibi “Türkiye’de asgari ücret, en az ücret ya da taban ücret olmaktan çok, ‘ortalama ücret düzeyi’ni ifade etmektedir. Ücretli çalışanların önemli bir kısmı -ki 10 milyon civarında emekçidir bu- doğrudan asgari ücret düzeyinde gelir elde ederken, diğer emekçilerin büyük bölümünün sosyal güvenlik primi, işsizlik ödeneği, toplu iş sözleşmesi tabanı ve emekli aylığı da asgari ücrete göre belirlenmektedir.”
İşçiler, emekliler ve diğer guruplar katıldığında asgari ücret ya da daha altı ücretle açlık sınırında hatta daha kötü koşullarda yaşamını sürdürenlerin sayısı 60-65 milyon yurttaşı bulmaktadır. Halkın çoğunluğunun açlık sınırında yaşadığı ülkede bütçe patronlara ve saraya peşkeş çekilmeye devam edilmektedir. Gerek doğal yaşamı yok eden inşaat ihaleleri gerekse denizaşırı ülkeleri hedef alarak genişleyen savaş politikaları sadece yandaş müteahhitleri ve yeni türeyen savaş baronlarını zengin etmektedir. Burada da tam bir riyakârlık kendisini göstermekte, “vatan savunması” adına “vatanseverlik” naralarıyla savaş tezkerelerini onaylayanlar kendi çocuklarına bedelli askerlik yaptırıp yoksul çocuklarının kanı üzerinden kahramanlık gösterileri yapmaya devam etmektedirler. İşin bir başka talihsizliği, savaş tezkerelerini alkışlayanların ve Kürt halkına karşı düşmanlık siyasetine onay verenlerin de savaşın insani ve maddi faturasını ödeyenlerden oluşuyor olmasıdır.
Yıllardır devam eden savaşın, yaşanmakta olan sefaletin en temel sebeplerinden birisi olduğunu Erdoğan “biber domates” hesabıyla, Devlet Bahçeli ise daha açık bir şekilde obüs hesabıyla göstermişlerdir. Yaptıkları konuşmalarda zam isteyenlere ve emeklilikte yaşa takılanlara verdikleri cevaplarda savaşın faturasının milyonlara çıkarıldığını ortaya koymuşlardır.
Bütün bunlarda şaşılacak bir durumun olmadığı kabul edilmelidir. İktidar görevini yapmış, patronların çıkarını gözetmiştir. Sıkıntı, işçilerin temsilcilerinin yapmaları gerekeni yeterince yapmıyor ya da yapamıyor olmasında yatıyor. Muhalefet adına konuşanlar iktidarın ortaya attığı “Kanal İstanbul” projesini tartışırken asgari ücret, sefalet ve Libya tezkeresi unutulmuştur. Erdoğan ortaya bir laf atmış ve herkesin dikkatini buraya çekerek temel gündemleri unutturmayı başarmıştır.
Bunu böyle koymak, söz konusu projenin olası sonuçlarını hafife almak değildir, sadece lafız olan bir işin günlük somut meseleleri görünmez kılmasına itirazdır. Yine Özgür Müftüoğlu’na dönersek; “işverenler ve siyasi iktidardan ziyade işçi sınıfı ve onu temsil ettiğini iddia eden örgütleri sorgulamak gerekir. Burada esas sorun, milyonlarca emekçinin ve onların haklarını savunduğunu iddia eden sendika, parti ve diğer örgütlenmelerin; bu süreci engelleyecek bir mücadeleyi örgütlemekteki başarısızlığıdır. Bu başarısızlığın nedenleri açıklıkla tartışılıp, ortaya konmadan; sözde mücadeleye mevcut yapı ve anlayışla devam edildiği sürece toplumun büyük bölümünü oluşturan emekçilerin sefaleti de ne yazık ki artarak sürecektir”. Toplumsal muhalefet ve esas olarak ona önderlik etmesi gereken sosyalist hareketin verili yapısı ve mücadele tarzı ile görevini yerine getiremediği açıktır. Halkın sefaletine son verebilmek için önce muhalefetin kendi sefaletini sonlandırması gerekiyor.