En iyiler genellikle
intihar ederler
sadece kaçmak için
ve o geride kalanlar
asla tam olarak anlayamazlar
neden biri
onlardan kaçmak istesin ki…!
Charles Bukowski
Konuya farklı bir bakış getirsin diye Bukowski’nin intihara bakışından örnek vermek istedim. Elbette Bukowski’nin edebiyat tarihindeki yerini ve imajını biliyorum. Gündem açlık grevi ve açlık grevinin talebi yerine getirilsin diye cezaevlerinde, diasporada insanlar canlarına kıyıyor. Bukowski örneği ayıplanmasın. Edebiyat her yere söz yetiştirebiliyor çünkü gerçeklerin meskeni yoktur. Durkheim’den dinler arası intihar oranları ve buna bağlı olarak geleneklerin etkisinden örnekler, istatistikler de verebilir, örnek çoğaltabilirdim. Gerek yok, gerçekten gerek yok. İntihar sadece bir kitap ismi değildir.
Adı üstünde; cezaevleri… Cezalandırılmak istenen insanların yeri. Herkes biliyor ki bu açlık grevine giren insanlar cezayı da ölümü de deyim yerindeyse “tespih tanesi” etmişlerdir. Bilerek, yanından geçerek, ıskalayarak, isteyerek, tesadüflerle yolunu bularak ölümlerden geçmişler. Hala yaşadığı için cezaevlerine kapatılırlar. Siyasiler denilir ve siyasi idealleri vardır. Hayat bu, içeride de ölümleri gezdirir. Dışarıya hasret ve amaç biriktirir ama kaygıların dışarıya gitmesine aman verilmez.
Savaş alanlarından kirli bilgiler gırla gelir, gerçekle tırıs geçer mesela, sonra hakikat ortaya çıkar. Cezaevleri de öyle. İnsanın ailesine, dostuna, sevdiğine vs. selamının mektuplarda sansürlendiği yerler. Sarılmanın gardiyanlar tarafından bölündüğü, kaygının kol gezdiği yerler. Konuya gelecek olursak, hakikat bir gün her yeri gerçeğiyle sınar.
Bugünlerde insanlar cezaevlerinde bir protesto biçimi olarak yaşamlarına son veriyor. Az sayıda ulaşılabilen medya organlarına göre bazısı açlık grevi eylemcisi, bazısı ise refakatçi. Çözüm veya alternatif her iki kesim için de acilen beklenen bir durum. Mesela refakatçi için açlık grevindeki arkadaşının üç ay sonra yanaklarında belirginleşen keskin hatlar, diş etlerindeki kanamalar, lavaboya giderken ki yalpalamalar vs. çok acı bir şahitlik. Can dayanamazken cana refakat etmek… Aç kalarak direnenin gördüğü değişim ise ayrıca zor.
Bu arada, aylardır yüzlerce evin ocağında doğru dürüst bir tencere yemek pişmiyor. Şimdilerde ise binlerce evin. Zor iştir refakat ettiğini kollamak, korkmak… Korku her yere teşebbüs eden bir şeydir çünkü.
Ben bu yazıyı yazan eski bir mahpus olarak, aç kalmaktan çok aç kalana refakat etmenin daha zor olduğunu biliyorum.
2012’de gerçekleşen bir açlık grevi üzerine yaptığım bir çalışmada* Sinan Gencer isimli siyasi bir tutsak “Açlık grevindeyken yaşadığın bir anını anlatabilir misin” soruma şu cevabı vermişti: “Aslında hoş bir anımız var ama bunu anlatıp da Kani arkadaşın yanaklarının al al olmasına sebep olmak istemiyorum. Bu yüzden sadece beni ilgilendiren bir şeyi anlatayım. Kırklı günlerdeyiz. Bir yudum su yemek borusunun ortasında bir yerlerde takılı kalmış, ne aşağı iniyor ne geri geliyor. Yemek borusundan katı bir şey geçmediği için büzüşmüş sanırım ve içtiğim su bile takılı kalıyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Arkadaşlara da söylemedim. Biraz panikledim, aşağı bir şey inmiyorsa ölüme herkesten daha yakınsın ve bir yudum suda gitmek de varmış diyorsun. Paniklememin nedenini sorgulamaya başladım; sonuçta kendini adamışsın ve ölümden korkmaman gerekir, ancak onca badire atlatmışsın, burada ve böylesi bir eylemde zaferi görmeden ölmekti mesele. Sonunda kendimi şöyle ikna ettim: Zaferi görmesem de zafere giden yolda önemli bir eyleme katılmış oldun ve hayatını insanların özgürlüğü uğruna bir mücadeleye adadın. Neyse ki ölüm daha uzaktı ve yatsıya doğru yemek borum daha fazla inat etmeyi bırakıp, içtiğim şeylere yol vermeye tekrar başladı. Sonraki günlerde B1 vitamini alınca bu tür aksaklıklar yaşanmadı.”
Heval Kani dediği refakatçileri. Refakatçisini üzmemek için ölümden dönüşünü çaktırmıyor. Ölüme bu kadar narin ve mahcup yakınken…
Heval Kani ne düşünüyordur? Heval Kani aylardır ne yediğini bilmeden yanı başındaki ve daha uzak cezaevlerindeki arkadaşlarını düşünerek neler geçiriyordur içinden? Ölümden dönmek kolay değildir. Ölümden korkmamak da kolay bir şey değildir.
Ayrıca aylardır devam eden açlık grevi için kolunu kıpırdatmayanların, taleplerini anlatamayan tutukluların farklı yollardan çözüm aramasını sömürgeci kibriyle ve zalimin terbiyesiyle söylem üreterek küçümsemesi de unutulmayacaktır. Açlık nedir, açlığa şefkat değil de refakat etmek nedir bilmezler. Açlık en fazla Knut Hamsun’un bir kitabının ismi ya da geç kalınmış bir dürtünün tepkisidir. Başkası adına, ölen adına konuşmanın, tahliller ve kınamalar üretmenin o büyük aymazlığı çare değildir.
Keşke açlık grevindekilere söz hakkı tanımayan medyaya öfke olsaydı.
Keşke grev yapılırken seçimler hakkında bu kadar lafazanlık edilmeseydi.
Keşke grev talebinin yerine getirilmesi için insanların ölmesine seyirci kalınmasaydı.
Keşke grevleri ucuzlaştırmadan politik refleksler gösterilseydi.
Keşke ölen kişinin ideolojik kararlılığını tipik ‘beyin yıkama’ refleksine dönüştürmeseydiniz solcu adabınızla.
Keşke daha neler neler de…
Bazı insanlar ifade etme biçimi arar. Bazı insanlar ifadeye biçim verir hayatlarıyla. Önceki açlık grevlerinde bu tür durumların yaşanmamasının en büyük etkeni dışarıdaki dinamik desteklerdi. Yani ifade etme araçlarıydı. İfade etmek artık ölümle bela. Ama devran değişti ve ölenlere neden öldün diye sorar olunmuş….
Bir zahmet değişiklik olsun artık. Talep ortadadır: Tecrit hukuksuz bir uygulamadır. Uygulanan bu ‘özel yasa’ ortadan kalksın. Açlık da ölüm de talep de bu.
*Devrimci Selam ve Saygılarımla – Bir açlık grevinin tarihi, Aram Yayıncılık (2016), Ahmet Güneş