İmralı’da derin bir konsept olarak uygulamaya sokulan ağırlaştırılmış tecride son verilmesi talebiyle DTK Eş Başkanı ve Hakkari Milletvekili Leyla Güven’in 8 Kasım’da başlattığı açlık grevi 140. gününe; 21 Kasım’da Hewlêr’de Nasır Yağız’ın başlattığı açlık grevi 128. gününe girdi. Cezaevlerinde ilk grup siyasi tutsakların başlattığı açlık grevi direnişi 103. gününe girerken, 17 Aralık’ta 14 siyasetçinin Strasbourg’da ve Galler’de İmam Şiş’in sürdürdükleri açlık grevi 101. gününde.
Sebahat Tuncel ve Selma Irmak’ın açlık grevi ise 70. güne girmiş bulunuyor. 3 Mart’tan itibaren Amed Vekili Dersim Dağ, 8 Mart’tan itibaren de Van Vekillieri Tayip Temel ve Murat Sarısaç’ın açlık grevi eylemi, HDP Amed il binasında devam ediyor.
16 Aralık 2018’den bu yana 67 cezaevinde çeşitli tarihlerde açlık grevlerine başlayan tutsak sayısı 335 iken, 1 Mart 2019 tarihinde itibaren ise binlerce siyasi tutsak süresiz-dönüşümsüz açlık grevi eylemine başladığını duyurdu. Şu anda Türkiye’nin farklı cezaevlerinde binlerce siyasi tutsak grevini sürdürüyor. En son tutuklular adına açıklama yapan Deniz Kaya, yaklaşık 7 bin tutuklunun açlık grevinde olduğunu belirterek, “Eylemimizi taleplerimiz kabul görene kadar sürdüreceğiz. Şehadetler karşısında halkımızı, kurum ve kuruluşları, dünya ve Türkiye kamuoyunu, ‘ben insanım’ diyen herkesi duyarlı olmaya çağırıyoruz” dedi.
Bunlar dışında kamuoyuna pek yansımayan grevler de sürüyor. Toronto’da Yusuf İba ve Almanya’nın Duisburg kentinde bulunan Mele Mustafa Tuzak 74. gününde, Maxmur Mülteci Kampı’nda İştar Meclisi üyesi Fadile Tok 67. gününde, Den Haag’dan Hasbi Çakıcı 66. gününde, Den Haag’dan Hüseyin Yıldız 65. gününde, Nürnberg’den Şiyar Xelil 61. gününde, Kassel’den Ömer Bağdur ve Cemal Kobanê 57. gününde, Viyana’dan Şivan Ağaoğlu ve Sultan Yiğit 54. gününde açlık grevi eylemine devam ediyorlar. Açlık grevinde iken çeşitli zindanlardan tahliye olan Sedat Akın, Gurbet Ektiren, Semra Akan ve Sinan Erkılıç’ın grevler de sürüyor. Bu arkadaşların grevi sırasıyla 77, 70, 81 ve 27. günlerinde…
Bilindiği üzere son bir haftadır zindanlardan dışarıdaki sessizliği delip geçen, kör karanlığı yarmaya yönelik kamuoyunu sarsan haberler geliyor. Zülküf Gezen, Ayten Beçet ve Zehra Sağlam’ın ardından Mardin’de Medya Çınar da Sayın Öcalan üzerindeki tecrit uygulamalarına karşı yaşamına son verdi. Bu haber duyulduğu sırada PKK’den de resmi bir açıklama geldi. Açıklamada “Bireysel değil, örgütlü olarak faşizme darbe vuran yöntemler esas alınmalı” denilerek, bu yönlü eylemlerin son bulması istendi.
***
Yukarıdaki kısa özet, duyumsama hallerimize göre her birimize çok farklı şeyler anlattığı kesin. Seçim çalışmaları ile iç içe geçen tecrit ve açlık grevleri; ahlaken kendinde zerre bir şey bırakmamış AKP-MHP ittifakının hedefinde. Sekteye uğratmak, kriminalize etmek için akıl almaz şeylere girişmiş durumdalar. Bunlar içinde cenaze kaçırmak, defin işlemlerini önlemek ve daha pek çok şey var. Bu işin bir yönü, diğer yönü ise meseleye dair ‘konuşmanın’ ağırlığı, sorumluluğu tek başına çok zorlayıcı iken, tam da bu süreçte bazı anlamsız tartışmalar yaşanıyor olması. Nedir bunlar? Özce HDP, Kürt Özgürlük Hareketi ve zindanlara akıl vermek…
Post modern çağın hakikati bulandıran, her şeyi ters yüz eden havasından mıdır yoksa hiyerarşize edilmiş yaşamın verdiği tatmin ve sınıf avantajlarından mıdır bilinmez bu akıl verme lüksü; ya da şöyle mi demek gerek: her sözü çok rahat sarf edebilme avantajı ile heybesinde, ağzında tuttuğu ve tutunduğu birkaç sözü olanların varlığına el koyma cüreti gösterebilen ‘boş gösteren’ zihniyet!
Bauman, küresel çöplüğe ve atık insana doymuş bir dünya fotoğrafından bahsediyor ‘Iskarta Hayatlar’da. Yaşam sadece fayda-faydasızlık üzerinden ıskartaya uğramıyor. Zihin de enformasyon bombardımanına uğradıktan sonra çöplüğe pekâlâ döner; bundan sonra yaşamı temellendirmek o ıskarta hayatın eline verilir. Konformizmin sıcak esintisinde, oportünizmin dalga dalga yayılan gücünde boğulanlar için iyi zamanlarda ezilene başarı dilekleri sunmak çok radikal bir eylem iken, zor zamanlarda bunun yerini öfke alır. Çünkü her şey onun rahatını bir yerde bozmaktadır. İzlediği TV’de, çıktığı sokakta, sohbete oturduğu masada ve önündeki twit akışında bir şekilde maruz kalmaktadır tüm bu ‘zamansız ve gereksiz direniş’ ritüellerine… Ve tam da bu heyulada bir söz gaspçısı olarak yine konuşan odur. Yaptığı şey çok basittir: Başkasının adına konuşmak…
Deleuze, arkadaşı Foucault için bir tespitte bulunuyor: “Bana kalırsa, hem kitaplarınızda hem de pratik alanda bize çok temel bir şeyi öğreten ilk kişi siz oldunuz: Başkaları adına konuşmanın utanç verici bir şey olduğunu…”
Öyledir, şüphesiz öyledir.
Çünkü başkası adına konuşmak muazzam bir gasptır. Bu gasp manevidir ve karşının varlığını hepten yok sayarak, onu bitirmektir. Onu özneliğinden soyutlayarak çırılçıplak bir kampa almaktır. İçinde tiksindirici düzeyde bir aşağılama da vardır. Bundan ötürü bunun adına onursuzluk, haysiyetsizlik deniyor. Başkalarının sözlerini söyleyecek ortam yaratamıyorsanız, onların eylemini olması gereken tarihsellik ve düşünce dizgesi içinden okumaktan korkuyorsanız ki öyledir; altı çizili, boş yaldızlı sözlerinizi de kendinize saklayın. İnsan ancak kendi adına konuşma sorumluluğunu üstlenmeli. Kendi adınıza konuşamadığınız şeyleri, mesela devlet denen aygıta söylenmesi gereken ama söylenemeyen tüm şeyleri neden onun karşısında durana yöneltirsiniz ki?
Ulus devletlerin işgal-ölüm mantığını hukuk ve ‘hümanizm’ ile birleştirerek ustaca kurguladığı ‘ehven-i şer’ savaş mantığı, toplumsallık üzerinde de çok etkili. Çünkü ehvenişerci, ölüm karşısında objektif durmaz, niyesine ve öncesine bakmaz, üzerindeki duygusal etki açısından mırıldanır. Yaşamın her şeyiyle çalındığı, ruhen işgal edildiği bir dilimde zindanda yaşamına son vermeyi, boşa gitmiş bir hayat olarak mimlerken; sadece maddiyat ve kendi penceresinden baktığı şey, süre giden nekro-ekonominin bir paçası olmaktan öteye gidemiyor.