Tüyap bu yılki Diyarbakır Kitap Furarı’nda yazar Mıgırdiç Margosyan’ı onur konuğu seçmiş… Son derece isabetli ve anlamlı bir seçim olmuş.
Bunu Mıgırdiç Abi’mize ilettiklerinde acep nasıl bir tepki vermiş diye düşündüm bir an; mutlaka her zamanki gibi tevazu göstermiş ama o dilinden düşürmediği Diyarbakır şivesiyle: “Kim kimin konuğu… Yav beni kendi evimde mısafır edisiz, valla helal olsın sıze” diye patlatmıştır espriyi diye geçirdim içimden.
***
Kafle’den, katliamdan bir şekilde kurtulmuş bir Ermeni ailenin çocuğu olarak 1938’de Diyarbakır’da, Hançepek Mahallesi’nde (Gâvur Mahallesi) doğdu. Kaynaklardan hareketle ifade edersek; Eğitimini Süleyman Nazif İlkokulu, Ziya Gökalp Ortaokulu, daha sonra İstanbul’daki Bezciyan Ortaokulu ve Getronagan Lisesi’nde sürdürdü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirdi.
O, bileti İstanbul’a kesilip terki diyar etmek zorunda kalsa da çocukluk yıllarının geçtiği Diyarbakır’ı zihninde ve yüreğinde hiçbir zaman terk etmedi. Aklı hep Diyarbekir’de Xançepek’te, diğer ismiyle ‘Gâvur Mahallesi’de kaldı. Ordaki mozaiğin zenginliğinde, acısıyla tatlısıyla ordaki insan ilişkilerinin sıcaklığında kaldı.
Yazdıkları da tümüyle bu gerçekliğe dair şeyler oldu hep. Yöre ağzıyla söylersek; Diyarbakır’dan ayağını da kesmedi hiçbir zaman. Çeşitli vesileler ve bahaneler uydurup her fırsatta şehrine ve çocukluğuna koştu. Onun gezdiği soluklandığı nefes aldığı yerler avucunun içi gibi bildiği Suriçi’dir hep.
O’nu bu ‘küçe’leri (sokakları) gezerken gözleyenler bilir; öyle geldim geçtim türünden değil, her üç-beş adımda bir durur bakınır.Bilmeyenler yoruldu sanır, oysa o koklar, içine çeker havayı. her karesinde çağrışımlar alır götürür o’nu. O nefeste o görüntülerde çocukluğu vardır, ailesi, arkadaşları ve komşuları vardır. Anılar vardır, yeniden yaşıyor gibidir onları.
***
Yazdığı tüm kitaplarda o çocukluğun, o şehrin kokusu ve rengi vardır. Kendi deyimiyle “Diyarbakır’ın gayrı resmi tarihi”dir yazdıkları. Bunu yaparken salt bir bilgi aktarımcılığına ve kuru bir didaktizmin tuzaklarına düşmez.
Sahihtir, yani aslına uygun, doğru ve gerçek. Bu sahihlik onun anlatımının temelini oluşturur desek yeridir… Yazdıkları, yürekten süzülmüş, zihinde damıtılmış yaşantıların görsel bir şöleni gibidir.
Bir sohbet sıcaklığındaki yalınlıkla, bir masal anlatıyor gibidir. Her satırında bir yaşanmışlık hissettirir okuyucuya. Daha ilk sayfalarından başlayarak okuyucuyu da çeker anlatının içine. İroni ve mizah olay örgüsünün içinde her dem duyumsatır kendini. Didaktizme yüz vermez ama gülümsetirken bile düşündüren yeri geldikçe iğneleyen bir tarzı vardır.
Margosyan bu tarzıyla ilgili şöyle diyor: “Acıyı pansuman ederek, gülerek, satır aralarında vermeyi tercih ediyorum. Çünkü biliyorum ki hassasiyetle okuyan o duygusal insanlar satır aralarını benden daha iyi okuyacaklardır.”
Tam da bunu yapıyor yazar, dahası; henüz algılayamadığımız, farkında olmadığımız, düşünemediğimiz durum ve konumları gözümüze sokmadan usulca duyumsatıyor. Yazarımız nirengi noktasını da burada oluşturuyor.
Sanat bir gerçeği vurgularken elbette yargıç yerine geçip adalet dağıtmayacaktır. Ama okuyucunun duygu ve düşüncelerini canlandırıp ayaklandırabilir ve okuyucuda içten içe bir yüzleşme sahası açabilir. Margosyan bu sahayı iki rakip gücün mücadele ettiği bir saha olarak değil; bir şenlik, bir mahalle düğünü sahasındaymışız gibi veriyor. Bu sayededir ki okuyucu o sahaya girmekten çekinmiyor, ürkmüyor. O noktada kendiyle yüzleşme de başlayacaktır. Sanatın bir işlevi de orda başlıyor.
Sanat, insanı ve yaşamı anlamlı kılma, insan beynini düz mantıktan kurtarma yönünde bir olanaksa ve bir işlevi de ezber bozmaksa Margosyan’da bu işlevsellik her dem yürürlüktedir. Bu işlev ilk çırpıda ele vermez, göstermez kendini, çünkü yüzeysel değil dolaylı, derinlikli ve katmanlıdır..
İster Amerika’ya gitsin, ister Paris’e, ister İstanbul’da olsun Büyükada’da… O hep çocukluğunda, o hep burada… Bu toprakta ekiyor, bu toprakta biçiyor ekinini. Ve her dem hasadı bereketli…
Sanata, hayata ve bize kattığın değerler için teşekkürler Margosyan Usta.