Günler yoğun geçiyor. Bu hafta yine bir sürü etkinlik vardı Stockholm’de. Victoria Sinemasında, BM Mülteciler ajansının düzenlediği bir etkinlikte, “Sea of Sorrow, Sea of Hope” adlı filmin premierini izliyoruz. “Acılar denizi ve Umut Denizi” diye çevirebiliriz. Çocuklarından ayrı kaçma zorunda kalan Suriyeli bir annenin ve üç çocuğunun, ayrı düşüşlerinin ve kopenhag’da buluşmalarının öyküsü… Anne sonunda kalma izni aldı ama çocukları hala geçici statüde. Sanki antik mitoloji geri döndü Akdeniz ve Ege kıyılarına. Tek bir hikaye bazen çok daha etkili olabiliyor sayılardan. Şu anda 6 milyon Suriyeli ülke dışında, 6 milyon da ülke içinde emin bir yer arama peşinde. Kutupsallaşmanın ülkeleri nerelere götürebileceğinin öyküsü. BM İyiniyet elçisi (30 yıldır çaba harcıyor bu uğurda) Barbara Hendricks, herkesi duygulandıran bir konuşma yapıyor ve müthiş sesini dinleme olanağı da sağlıyor bize. Afro-Amerikan köle bir annenin türküsü. “Mülteci Olmak Kimsenin Seçimi Değil” diyor Hendricks. Ve ABD-Meksika sınırından yeni düşen bir haberi veriyor. Trump’ın kararı ile birbirinden koparılıp sınır dışı edilen anne/babalar ve çocuklarının öyküsü.
Anna Lind Vakfının “Cinsel Şiddete Maruz Kadınlara Hukuki Yardım” çabalarından dolayı Eren Keskin’e verdiği ödül töreni yanında yapılan, “Praktisk feminism i en globaliserad värld” (Globalleşmiş Bir Dünyada Feminizm Pratiği) başlıklı seminer çalışmasında iki ilginç panel izliyoruz Kulturhuset’de. Anna Lindh’in doğum günü olan 19 Haziranda yapılıyor etkinlik. AB işlerinden sorumlu bakan Ann Linde, Filipinlerden bir kadın senatör, “Kuzey” Mekadonya Cumhuriyetinden bir kadın bakan da konuşma yapanlar arasında.
Bir başka gün Aias Teater’de Halkların Daimi Mahkemesinin (HDM) Paris’teki Kürt halkına karşı işlenen suçlara ilişkin son yargılamaya ilişkin bir konferans verdi, yargılamaya katılan hukukçulardan biri olan Barbara Spinelli. Genç bir avukat. Bu konferans aldı beni eskilere götürdü.
Çok eskiye de gitmeyelim. HDM’nin geçen yıl yaptığı sembolik yargılama Myanmar’daki (eski Adı Burma) rejime Rohingya and Kachin halklarına karşı başlattığı soykırıma ilişkindi. Türkiye’nin Myanmar ile aynı düzeye inmesi acı değil mi?
Bu arada avukat hanımın sınır dışı edildiği ve ülkeye girişini yasaklı olduğunu öğreniyoruz. Bu arada başka bir haber düşüyor medya kanallarına. Seçimleri izlemek üzere ülkeye gelen delegasyonda, Süleymaniye doğumlu Yeşil Parti Mebusu Cabar Emin Atatürk Hava limanında gözaltına alınıp sınırdışı ediliyor. Gerekçe, Cumhurbaşkanımızı eleştiren ükleye giremez! Parlamenterlerin dokunulmazlığının olmadığı, tutuklandığı bir ülkede İsveçli bir parlamenterin sınır dışı edilmesi şaşırtıcı değil. Bir de Sol Parti lideri Jonas Sjöstedt’in seçim alanına gözlemci olarak girmesi engellenmez mi? Gerekçe: Burası Türk toprağı! İzinsiz girilmez!
28 Şubat post modern darbesi günlerine dönmüş vaziyetteyiz. Post modern darbenin “kurbanı” rolünde siyasal rantı alabildiğine sömürenlerin iktidar olduğu bir dönemde. O günlerde de Uluslararası Af Örgütünün temsilcileri, yabancı gazetecilere ha bre girme yasağı konur, sınır dışı edilirlerdi. İngiliz Lordlar Kamarası üyesi, insan hakları savunucusa Lord Avebury de nasibini almıştı o günlerde. Şimdi patlama yapmış vaziyetteyiz.
Parmenent People’s Tribune (HDM), ,1979 yılında senatör Lelio Basso’nun öncülüğünde başlatılmış uluslararası bir inisiyatif. İnsanlığa karşı işlenen suçlara yönelik sembolik bir yargılama girişimi. İlhamını Bertrand Russell ve Jean Paul Sartre gibi uluslararası aydınların, ABD’nin Vietnam Savaşında insanlığa karşı işlediği suçları sembolik olarak yargılama girişiminden almıştı. TİP lideri Mehmet Ali Aybar da, jenosit tanımlaması kullanan bu mahkemenin yargıçlarından biriydi. Ne yazık ki, Ermeni soykırımı gerekçede kullanılmasını, Pakistanlı bir yargıcın da desteği ile engellemeyi başarmıştı. 1984 yılında Paris’te HDM’nin Ermeni Soykırımını konu almasının nedenlerinden biri de buydu. (Bk: Derl. Ragıp Zarakolu, Sivil Toplumda Türk- Ermeni Diyaloğu, Pencere Yayınları 2009; Bu mahkemenin belgeleri için bk: Suçkunluk Suçu, 1984 Paris Mahkemesi, Çev: Zekiye Hasançebi, Ülkü Sağır, İsmail Toksoy, Pencere Yayınları 2011).
12 Eylül rejimi ise insanlığa karşı işlediği suçlardan dolayı 1988 yılında Hannover’de sembolik olarak yargılanmıştı. Yargılama konusu olan suçlardan birinin başlığı ise Kürt halkına karşı işlenen suçlardı. (bk: Derl. Dr. Gazi Çağlar, 12 Eylül Yargılanıyor, Belge Yayınları 2003). Bu kitap mahkemeye verilse de, 2004 yılında beraat ile sonuçlandı. Hannover Üniversitesinde Prof. olan Gazi Çağlar’ın şimdi Cumhurbaşkanına hakaret etme suçlaması ile yargılanması, TC’nin 28 Şubat günlerine döndüğünün göstergesi değil mi?
2005 Haziran’ında Irak Dünya Mahkemesi (WTI) ABD’yi Irak’ta insanlığa karşı işlediği suçlardan dolayı sembolik olarak İstanbul’da yargılayıp mahkum edebiliyordu. Türkiye’nin nereden nereye geldiğini bundan daha iyi ifade edebilecek bir şey olabilir mi? (Bk: Irak Dünya Mahkemesi, Nihai İstanbul Oturumu 23-27 Haziran 2005, Hzl: Müge Sökmen, Metis Yayınları 2006).
Umut ederiz 2018 Paris yargılaması da kısa zamanda çevrilip yayınlanır.
Şimdi ise binlerce akademisyen salt barışa destek verdikleri için kovulup, yargılanıp mahkum edilebiliyor.
Cezayir savaşına karşı Sartre önderliğinde çıkan 121 aydın mahkemeye verilmek istediğinde devlet başkanı De Gaulle, “Sartre Fransa’dır” yanıtını veriyordu. (Bk: Jean Paul Satre, Hepimiz Katiliz, Belge Yayınları, 1995)
Ne diyelim Başkan var, başkan var. Kalite farkı!