Bertolt Brecht 1935 yılında Paris’te gerçekleşen Kültürün Savunulması için Birinci Uluslararası Yazarlar Kongresi’nde yaptığı konuşmasına “Zamanımızda kâr elde etmek için tahıl ürünleri ve büyükbaş hayvanlar telef edilmektedir (Dünyanın bir bölümü açlıkla kırılırken vurgusu yaparak -bn). Kültürün telef edilmesinin amacı da bundan farklı değildir” diye başlar. Faşizmin sadece Almanya ve İtalya’da değil tüm kapitalist ülkelerde burjuva diktatörlüğün bir türü olarak baskın yönetim biçimi haline geldiği, en kanlı ve karanlık yüzünü Almanya’da göstermeye başladığı bir dönemde yapar bu konuşmayı. Konuşmasının her satırında kapitalizmin yapısal krizleri, vahşi doğasıyla toplumsal mücadele arasındaki ilişki arasındaki diyalektik bütünlüğe işaret eder. Kültüre yönelik saldırının bu ilişkiden bağımsız olarak ele alınmayacağına işaret eder ve yazarların faşizme karşı duruşlarını ahlâki argümanlara ya da eğitim sorununa dayandırmalarına karşı tutum alır. Bu argümanların, milyonlarca insanın katlini göze alabilecek bir sisteme karşı mücadelede ne kadar naif kalacaklarını son derece çarpıcı ve bir o kadar da kısa bir metinle dile getirir.
Metnin önemli bölümlerinden biri de büyük bir insanlık kırımını göze alabilecek bu sisteme karşı mücadelede hangi temellere basılması gerektiğine işaret edilen bölümdür.
O bölümde faşizmin dehşet verici pratiğini teşhir etmenin de yetmeyeceği vurgulandıktan sonra bu teşhirin okuru öfkeyle ayağa fırlatabileceğine de işaret ederek, “Öfke mevcuttur, muarızı açıkça belirlenmiştir, ama ona nasıl diz çöktürülebilir?” diye sorar. Öfkenin de tıpkı sempati gibi niceliksel bir şey olduğuna, şu ya da bu düzeyde var olup tüketilebildiğine vurgu yaptıktan sonra faşizmin zulmüne-işkencesine uğrayan yoldaşlarının kendisine anlattıklarını aktararak devam eder.
Faşizmin ilk saldırı anlarında sergilediği zulme-işkencelere karşı insanların öfkeyle ayağa kalktığını, dehşet çığlıklarının yükseldiğini, işkenceye uğrayanların yardımına pek çok kişinin koştuğunu anlattıklarını belirtir ve şöyle devam eder: “Bu, yüz kişi katledildiği zamandı. Ama bin kişi katledildiğinde ve katliam durmak bilmediğinde, sessizlik hasıl oldu ve sadece birkaç kişi yardımımıza geldi. Bu iş böyledir: ‘İşlenen suçlar üst üste yığıldıkça görünmez hale gelirler. Çekilen acılar dayanılmaz hale geldikçe çığlıklar duyulmaz olur. Bir insan dayak yer, izleyen kişi bayılır. Bu gayet doğaldır. Ama haksızlıklar yağmur gibi yağınca, artık kimse ‘Dur’ diye bağırmaz olur.”’
Vahşetin çapı büyüdükçe insanların ona sırtını döndüklerini, çünkü artık müdahale etmenin, yardım etmesinin mümkün olmadığı bir noktaya ulaşıldığını, bu noktada acıya karşı duyarsızlaşmanın başladığını anlatır. Brecht’in derdi faşizme karşı mücadelenin ilk elde nasıl bir nesnel zemine oturtulması gerektiğini vurgulamaktır yani kapitalist özel mülkiyet dünyasına karşı mücadelenin kaçınılmazlığına… Bu mücadelenin teşhirle ya da ahlâki argümanlarla olamayacağını anlatmak ister. Sahici araçlarla ve zalimin zulmünün dayandığı temelleri hedefleyerek yürütülmesi zorunluluğuna bağlar söylediklerini.
Brecht’in bu sözleri tarihin derinliklerinden yankılanarak bugüne ulaşıyor, bugünümüzü anlatıyor. Filistin’de yaşananlarsa bunun en çarpıcı ifadesi gibidir. 7 Ekim’den bu yana 28 binden fazla insanın katledildiği, 7 bin kişinin enkaz altında kaldığı, yüz binlercesinin İsrail tarafından “güvenli” denilerek güneydeki Refah kentine sürüldüğü, aç-perişan halde adeta ölümü bekler hale geldiği Filistin’de olup bitenler sadece Filistinlilerin hikayesi olmadığı gibi, sadece İsrail Siyonist-faşist devletinin icraatı da değildir.
İsrail 12 Şubat itibariyle Refah’ı da yerle bir etme hamlesine girişti. Daha çok yerle bir edilen Gazze’nin kuzeyinden göç edenlerin yaşadığı evleri hedef alarak denizden ve havadan bombalamaya başladı. Emperyalist kapitalist sistemin sağduyu çağrısı yapan tüm mekanizmalarının göstermelik insancıllıklarının işe yaramadığını, ahlâki tepkilerin soluğunun ne kadar kısa olduğunu, zulme duyulan ilk öfkenin egemenlerce nasıl hızla soğurulduğunu, acı ve zulüm katlandıkça bu öfkenin de görünmezleştiğini kanıtlarcasına…
O bunları yaparken ABD, başından beri timsah gözyaşları döken Türkiye de dahil Ortadoğu’daki kalbi olan İsrail’i koruyacak yeni bir kalkan oluşturmak için turluyor bölgeyi. Bu ittifaktaki aktörler belli: Türkiye, Suudi Arabistan, Ürdün, Katar, Mısır ve BAE! İran dolayısıyla Rusya-Çin eksenine karşı adına “ılımlı Arap ittifakı” diyor bu ittifakın.
“Tutar mı tutmaz mı?” sorusundan da bağımsız olarak -çünkü bunu bölge halklarının, işçi ve emekçilerinin mücadelesi belirleyecektir!- böyle bir ittifak tutarsa bu ittifak Ortadoğu’daki kirli-kanlı dalaşta ABD çıkarlarının bekçiliğini üstlenecek. Bunun karşılığında mesela Türkiye Kürt halkının tarihsel kazanımlarının gaspını, yayılmacı hayâllerine alan açılmasını isteyecek. Olasılıklar çoğaltılabilir…
Bu olasılıklar içinde öne çıkanı, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de zamanın ruhuna uygun olarak inşa edilen faşist rejimin gözü dönmüş bir saldırganlık kuşanacağıdır. Başta Kürt halkına dönük olmak üzere aklımızın alamayacağı zalimlikler sergilemekte daha pervasız bir saldırganlıkla hareket edeceğidir.
İşçi ve emekçilerin daha fazla aç daha fazla işsiz daha fazla özgürlüksüz kalacakları bir iklime geçişin ekonomik-siyasi-kültürel-hukuki düğümlerinin atıldığı, bu düğümlerin daha da sıkılaştırılacağı günlere hazırlıksa teşhirin, ahlâki vaazların ötesinde bir duruşu gerektirmektedir. Brecht’in zamanında anlattığı gibi acılar henüz tazeyken, saldırıların çapı henüz “küçükken” açlığa, sefalete, işsizliğe, özgürlüksüzlüğe sürüklenen işçi ve emekçilerin kabaran kendiliğinden öfkesini örgütlemektir bunun ilk adımı. Onu örgütlemekse mevcut mücadele araçlarının rutinleşmiş, içi boşalmış hallerini değiştirecek bir sınıfsal tazyik uygulamayı gerektirir; salonlarda devrimci, sokakta-üretim alanlarında sınıf işbirlikçisi ve takatsiz kalmış, bürokratlaşmış DİSK gibi araçları aşmayı…
Dışarda tahâyyül edilen toplumsal hayatın-ilişkilerin-zulmün hapishanelerden başlayarak yaratılan prototipine, yani koyulaştıkça koyulaşan tecride karşı mücadeleyi büyütmek gerektirir.
Sonrasının bugün Filistin’de yaşananlar biçiminde gelmemesi için acılar üst üste binmeden, onlar büyüdükçe öfke tükenmeden ayağa kalkmak ve örgütlenmektir.